Eşinize Özel Alan Bırakın

Evlenen insanlar, eşlerinin kendilerinden tamamen ayrı şartlarda, ayrı değer ölçüleriyle yetiştiğini bilmeliler. Bu sebeple uyduğumuz ve mutlaka uyulması gerektiğini düşündüğümüz değer ölçüleri için eşimize biraz esnek bir alan bırakmalıyız. Çünkü onun da bize göre çok farklı değişmez değerleri bulunabilir.

Bildiğiniz gibi insan bir günde yetişmiyor. Yılların emeğiyle hazırlanan insan binasını öyle kolay kolay değiştiremeyiz. Bu arada, evlendiğimiz insanı bizim değerlerimizi onaylasın ve bundan başka bir talebi, farklı düşünce biçimleri de olmasın diye alıp almadığımızı, eğer böyle yapmışsak haklı olup olmadığımızı, haklı isek hangi hususlarda haklı olduğumuzu bir kere daha düşünmeliyiz.

Evlenen kadın veya erkek, evlendi diye, geçmişine çizgi çekmek durumunda mı olmalıdır?

Evlenen kadın veya erkek, evlendi diye, kendine ait özel çevresine çizgi mi çekmelidir?

Evlenen kadın veya erkek evlendi diye, gelecekle ilgili projelerine çizgi mi çekmek durumunda olmalıdır.?

Evlenen kadın veya erkek bütün bunlar yerine eşinin çevresini ve eşinin gelecekle ilgili projelerini mi koymalıdır? Kendine ait dünyasını sıfırlayarak hayata sıfırdan, eşinin kaldığı yerden mi devam etmelidir?

Evlenilen kadının sosyal çevresi, projeleri, idealleri yoksa bu durumda kolayca eşine uyum sağlayabiliyor ancak bu kadın kişiliğini oturtmuş ve bunu evlenmeden önce tamamlamışsa problemler çıkıyor. Bahsettiğimiz esnek alanı, eşlerinin en doğal hakkı gören insanlarla yapılan evliliklerde bu durum sorun bile edilmez, ancak eşini nikahlamakla, onun adına yemek yeme dışında, her şeyi yapmak ve her kararı almak hakkına sahip olduğunu düşünen insanlarla yapılan evlilikler en problemli evliliklerdir.

Üç yıllık evli bir hanım arkadaşım şöyle anlatıyor:
"Evliliğimizin birinci ayı bitmişti. Eşim tek erkek çocuk olduğu için, biraz da inançlarımdan dolayı eşimin annesi, babası ve çevresiyle en iyi ilişkileri kurmaya gayret ediyordum. Çünkü biliyordum ki sevgi kendiliğinden oluşan bir şey değil biraz da kazanılan bir şeydir. Bir gün eşime, anne ve babamı ziyarete gitmemiz gerektiğini, hem onları özlediğimi hem de yeni evli iken böyle bir ziyaretin uygun olduğunu izah ettim. O anda suratı asıldı. Akşama kadar da değişmedi.

Yattığımızda aynı konu açıldı, bana aynen şöyle dedi: "Bak Zehra, ben seni sevdim aldım, sen de beni sevdin. Şunu açıkça söylüyorum; senin annen, baban, teyzen, halan, dayın, ablan, her şeyin artık burada, ona göre tavır ve davranış içinde ol ve orayı unut. Bana iki de bir de sakın beni anneme götür, beni ablama götür falan da deme." dedi. Üçüncü yılımızı bitirdik hâlâ ailemi görmek istemem en büyük problem."

Kız kardeşleri ve özellikle kız çocukları olanlar, beni bu satırları yazmaya iten sebebi, her halde daha iyi anlarlar. Böyle bir tavrı kim gösteriyor, diyecek olursanız, zorlanarak ifade ediyorum, beş vaktini kılan, eşinin tesettüre riayetini isteyen, yüksek tahsilli bir cahil demek zorundayım.

Herkes bilir ki, insan yetiştirmek kadar zor bir hadise yoktur. Anne-babaların hiçbiri kız çocuğunu büyütüp evlendirdiği zaman onu unutmak, defterden silmek için evlendirmezler. Bu zaten fıtraten mümkün değil. Hele de bir annenin kızından kopması mümkün mü, bunun için herhalde kıyametin kopması, yıldızların kayması, dağların pamuklar gibi uçuşmaya başlaması ve insanların "nefsim" çığlıklarını atmaya başlamasını beklemek gerekir.

Doğru ve güzel olan, güzel ilişkiler kurmaya çalışmaktır. Örnek olacak tavırlar sergilemektir. Tanıdığımız herkesi sevmek zorunda değiliz elbette ancak nötr duygular beslediğimiz hatta pek hoşlanmadığımız insanlarla da insanca ilişkiler kurabiliriz. Bu olgunlaşmanın, olgunluğu ifadenin de bir gereğidir.

Eşinizle farklı zevklere sahip olduğunuzu varsayalım. Meselâ, o okumaktan hoşlanıyor, siz televizyon izlemekten, o gezmekten ve insanlarla birlikte olmaktan hoşlanıyor, siz yalnız kalmayı ve başınızı dinlemeyi seviyorsunuz. O aile çevresini toplayarak gezmeyi ve piknik yapmayı, bu esnada çığlıklar atarak top oynamayı hatta uçurtma uçurmayı seviyor, siz baş başa piknik, sessizce el ele yürümeyi ve meselâ, güzel filmler olduğunda sinemaya gitmeyi seviyorsunuz. O gece geç yatmayı seviyor, siz erken yatmayı seviyorsunuz?

Ne olacak peki?
Belki diyeceksiniz ki bu kadar zıtlıkla aile zor yürür veya sürekli problem çıkar.
Hayır, ne zor yürür, ne de problem çıkar. Yapmamız gereken şey kendi sevdiğimiz ve zevk aldığımız şeyleri yaparken, onu buna zorlamamak, paylaşmak istediğinde açık kapı bırakmak ve onu da bizden farklı zevklerinde serbest bırakmak, zaman zaman da paylaşmayı denemeye çalışarak zevk alıp alamayacağımızı test etmek. Zevk alınmayan durumlara ne onu ne kendimizi mecbur etmemek. Elbette yapılan hiçbir şey ve girilen hiçbir tavır, eş ve çocuklarımıza karşı görev ve sorumluluklarımızı ihmale sebep olmamalıdır.

Tamamen ortak zevklere sahip olsak bile yine de özel zaman ve alanlarımız olmalı.
Yeni evli ve bu sebeple şehir değiştirdiği için çevresi olmayan bir hanım, eşinin bazı geceler yıllardır ilişkileri devam eden dostlarıyla bir araya gelerek, kendisini yalnız bırakmasından şikâyet ediyor. Ya ne bekliyordunuz, evlendi diye bir gecede herkesi terk mi etmeliydi? Babasını örnek veriyor ve babasına çok düşkün olan bu hanım, onun her gece evinde olduğunu ve dışarıya gitmek gibi bir huyunun olmadığını gıptayla, özlemle anlatıyor. Ama eşiniz babanız değil ki babanız gibi olma zorunluluğu da yok. Bu sebeple problem çıkartmakta da kesinlikle haksızsınız, çünkü o dostlarıyla birlikte kötü şeyler yapmıyor.

Neden siz de onun olmadığı zamanları en çok zevk aldığınız şeyleri yaparak değerlendirmiyorsunuz. Hayallerinizi anlıyorum, ancak bu hayallerinizden eşinizin haberi bile yoktu o zaman. Hayallerinizdeki eş olmak istemiyor ve hayallerinizdeki eş rolünü üstlenmiyor diye onu suçlamak hakkına sahip değilsiniz.

Birbirimize özel alan ve zaman tanıyıp, bunu bir sıkıntı vesilesi yapmadığımızda, yani eşimiz bazı işleri veya zevkleriyle uğraşırken, sıkıntıdan başımıza ağrılar girdiğini, kimi görevlerini geciktirdiğini veya ihmal ettiğini söyleyerek onu baskı altına alma isteğinden vazgeçersek, onun bizi daha çok sevdiğini, geriye kalan vakitlerde daha yakın olduğunu hissedeceğiz.

Farz edin ki suçluyoruz, o, bunu kabul edip, tamam her şeyden vazgeçiyorum demeyecek, kendini savunacak, suratını asacak, hatta üste çıkmak için sizde bulunan, kusurları listeleyecek. Yani şunu demek isteyecek:
"Sen kusursuz bir eş misin ki kusursuz eş istiyorsun."

Suçlanan insanın muhatabına, eski sevgisini devam ettirdiği hiçbir zaman görülmemiştir. İçinden yükselen ses, "Esasında doğru söylüyorsun." dese bile suratlar asılır, bakışlar değişir.

Bazı şeyleri zamana bırakmak faydalıdır. Âlemlerin Rabb'i bile biz kulları arasındaki bazı ihtilâfların çözümünü kıyamete ertelemiyor mu? Öyleyse zamana yayalım bazı şeyleri ve "her şeyi düzeltme" tutkumuzdan kesinlikle vazgeçelim.
Hiçbir şey, her zaman bizim istediğimiz gibi olmayacaktır.

Eşinizin de anlatmak, paylaşmak istemediği durumları saygıyla karşılamalı ve bu sebeple onu suçlamamalısınız. Emin olun bazı şeyleri bilmemek sizi daha mutlu bile edecektir. Bırakın eşiniz bu tür şeyleri kendi iç âleminde yavaş yavaş halletsin.
Eşi müzik öğretmeni olan bir arkadaşım şöyle anlatıyor:

"Eşim eve geldiğinde konuşuyor, bir şeyler anlatıyor, şakalaşıyor, bana yardım etmeye çalışıyorsa bilirim ki günü çok güzel geçmiştir. Ancak eve geldiğinde sadece ceketini çıkartıp, sazını veya diğer bir müzik âletini alıp bir odaya geçer ve kapıyı da kapatırsa anlarım ki canını sıkan bir şey olmuştur. Ne oldu, diye sormam, zaten isterse anlatır, rahatsız da etmem. Bazen iki, bazen üç saat sonra odadan çıkar. O zaman anlarım ki artık kendi iç dünyasından çıkıp aramıza dönmüştür. Bazen de bu durum bir gün, iki gün, üç gün sürer, hiç zorlamam ta ki iç dünyasını tedavi edip düzene koysun ve bize onu özlediğimiz şekilde dönsün.

Kendisi de bana aynı olgun tavrı gösterir. Biz her şeyi ilk anda değil, durumumuz normalleştikten sonra paylaşmanın daha doğru olduğunu düşünüyoruz. İnsan duygusallıktan biraz kurtulunca daha mantıklı düşünebiliyor, daha doğru değerlendirmeler yapabiliyor.." diyor.

Hiçbirimiz bir diğerimiz gibi olamayız. Bu fıtraten mümkün değil. Aynı ortamda, aynı ana-babalar eliyle yetişen öz kardeşler bile birbirinin aynı olamamaktayken, tamamen farklı ortamların eseri olan karı-kocalar nasıl birbirinin aynısı olurlar.
Farklılıklarımızla birlikteliği başarabilmek çağımız sistemlerinin dahi en büyük sorunu. Bizler yuvalarımızda fıtrat farklılığını peşinen kabul ederek, birbirimizin özel alanı bulunmasını doğal görür, saygı gösterirsek, bu durumun problem olmak bir yana keyifli bile olabileceğini hemen fark ederiz.

Lütfen özel alanlara ve farklılıklara biraz saygı....


Ayten Durmuş