Denizden Gelen Haber

Benim böyle bir arkadaşım var. Dün akşam beynimde gülle gibi oturmuş bir sıkıntıyla ona telefon ettim:
“Hemen bize gel,” dedi. “Eşim uyuyor, ben de kendime kahve pişiriyordum.”

Kalkıp ona gittim. Onunla geçen bir saatten sonra, onunla her görüşmemden sonra olduğu gibi, kendimi daha iyi hissediyordum. Derdim yine olduğu yerde duruyordu ama, eski korkunçluğunu yitirmişti. Sallanan iskemlesine oturup hiç konuşmadan can kulağıyla sizi, sıkıntınızı dinleyen Ken’in yanında rahatlamamaya imkân var mıydı ki...

“Ken” dedim. “İnsanın kafasındaki sorunları çözmekte üstüne yok. Bunu nasıl başarıyorsun?”

Gözlerinden başlayarak bütün yüzüne yayılan bir gülümsemesi vardı.

“Vallahi” dedi, “senden yaşlı olduğum için daha tecrübeliyim de ondan.”

Hayır mânâsında başımı salladım:

“Yaşın bununla ilgisi olamaz. Sende öyle bir sükûnet var ki, insanın ta içine nüfuz ediyor. Bunu kimden aldın?”

Birkaç dakika dalgın dalgın beni süzdükten sonra, konuşmaya karar verdi. Ayak parmaklarıyla önündeki çekmecelerden birini açıp içinden ufak bir mukavva kutu çıkardı, masanın üzerine koydu ve:

“Eğer söylediğin türde bir kabiliyet gerçekten bende varsa, bu muhakkak buradan geliyor” dedi. “Bu kutu tam otuz yıllık. İçinde olanı bir ben, bir de eşim Alma bilir. Belki eşim bile unutmuştur, ama ben zaman zaman açar bakarım.”

Kibriti yaktı, dumanı lamba ışığının altında mavi bir renk alıp kıvrılarak yükseldi. Ken, rüyada imiş gibi bir sesle:


“1920’lerde idi” diye sözlerine devam etti. “New York’ta meşhur olmuş bir gençtim. Hem de nasıl meşhur! Parayı çabuk kazanıp aynı hızla harcıyordum. Herkesin gözdesi olmuştum.

“En sonunda mutlu günler sona erip, madalyonun ters tarafı gözüktü. Müthiş bir gündü. Büyük Bunalımda Wall Street’te yaşanan büyük iflastan nasibini almayan, ne olduğunu bilemez. Bir önceki hafta milyonerken, bir sonraki hafta beş parasız bir sefil haline gelmiştim. Böyle hâllerde insanların gösterdiği bilinen tepkilerin hepsini gösterdim. Üç gün üç gece orada burada küp gibi içip en sonunda bir yerlerde sızıp kaldım.”

Sözün burasında Ken birden bir kahkaha savurup ayağa kalktı. Ellerini kıvrık saçları arasında gezdirip:

“Kendime acımaya başlamış biri olarak yapacağım deliliklerin sahnesi olarak, deniz kenarındaki küçük köşkümüzü seçmiştim. ‘Herşey altüst olmadan önce bizim olan köşkü’ desem, daha doğru olur ya! Eşim Alma benimle gelmek istedi, ama buna mani oldum. Amacım, herkesten ve herşeyden kaçıp, burnumun ucunu görmeyecek kadar içerek derdimi unutmaktı. Bunu da başardım.

“Ama insan er ya da geç kendine geliyor. Derdini bahane edip alkolik hâle gelmiş biri için en zor an da, ayılmaya başladığı anmış. O zaman kendi kendinizden iğreniyorsunuz. Aynaya bakınca kanlı gözlerim, uzamış kirli sakallı yüzüm bana bir sıfır olduğumu sanki avaz avaz haykırıyordu.

Bir erkek, bir koca, bir insan olarak kocaman bir sıfırdım. Hayatımı rezil etmiştim. Bunları düşünürken, birden herşeyi halledeceğini umduğum bir karara ulaştım. Yapılacak en isabetli iş, Alma ve herkes namına, vücudumu ortadan kaldırmak olacaktı. Hatta, bunu nasıl yapacağımı da biliyordum. Dışarıda korkunç bir fırtına çıkmıştı. Denizde dalgalar dağlar gibi yükseliyordu. Dönüşü olmayan yere kadar yüzecektim. Sonra herşey kendiliğinden çözülmüş olacaktı.”

Ken, sönmüş piposunu masanın üzerine bırakıp, anlatmaya devam etti:

“Böyle bir karar alınca, bir an önce harekete geçip kurtulmak istiyorsunuz. Ben de vakit kaybetmeden fırladım. Verandanın merdivenlerinden güç bela inerek sahile çıktım. Şafak sökmeye başlamıştı. Gökyüzü kırmızı ile siyah karışımı korkunç bir renk almıştı. Dalgaların kızgınlığı ve azgınlığı insanı ürkütüyordu. Suyun kenarına yürüdüm. Tam o sırada kumların üzerinde parıldayan birşey gözüme çarptı.”

Bu esnada kutuyu açtı ve “İşte” dedi.

Kutunun içinde ufak bir denizkabuğu vardı. Şöyle böyle, bir kabuk—benzerlerine her sahilde rastlayabileceğiniz cinsten. Dar oval biçimde, çizgili, şeffaf, zarif bir kabuk.

Ken:

“Durdum, gözlerimi ayırmadan kabuğa bakmaya başladım” diye devam etti anlatmaya. “Sonunda eğilip aldım. Islak ve pırıl pırıldı. O kadar ince ve nazikti ki, parmaklarımı biraz bastırsam, kırılabilirdi. Ama işte karşımda sapasağlam duruyordu.

Nasıl parçalanmadan kalabilmişti? Bu soru beynimi kemirirken, okyanus dağlar gibi yükseliyor, rüzgâr delicesine uğulduyordu. Tonlarca ağırlıktaki su kaynaşıp bu minicik kabuğu sert kumlara kimbilir kaç bin defa fırlatıp atmış, fakat bu kabuk asla parçalanmamıştı. Nasıl?

“Bu sorunun cevabı benim için bir hayat kadar değerliydi. Defalarca kendime sordum, derken birden herşeyi anladım. Kabuk kendisini, onu çevreleyen müthiş kuvvetin eline teslim etmişti. Fırtınayı da sükûnetle karşılamıştı. Birden kadere karşı acizce yumruk sallayıp onunla kavga edeceğime onu boyun bükerek kabullenmem gerektiğini anladım..

“Orada ne kadar durduğumu bilmiyorum. Geri dönerken bu denizkabuğunu da aldım. O gün bu gündür yanımdan ayırmadım.”

Arkadaşımın elinden kutuyu alıp kabuğu çıkarttım. Elimin içinde yılların tahribatından habersiz, zarif bir şekilde, süslü, tüy gibi hafif halde yatıyordu.

“Ona bir isim verdin mi?” diye sordum.

Ken, o ağır gülüşü ile:

“Evet” dedi. “Ona ‘Melek Kanadı’ ismini koydum.”


kaynak:zafer dergisi aralık 2002 sayısı..


1 yorum

çok iyi ama benim

çok iyi ama benim aradığım şey değil

13.03.2007 - Misafir

Konular