Konfor içeri, huzur dışarı!
Şimdi yapılıyor mu bilmiyorum. Bizim zamanımızda, iki sınıf veya iki okul arasında “münazara” yapılır, yani birbirine zıt iki fikir tartışılırdı. Bir defasında lisede şu konuyu tartışmıştık: “Konfor; huzur mu, sıkıntı mı verir?” Bizim grup “huzur verir” tezini savunuyordu.
Çoğumuz çok ağır ekonomik zorluklar içinde olduğumuzdan, konfor özlemi içindeydik ve bunun için de rahata kavuşunca, huzura kavuşmamak için bir sebep göremiyorduk. Sıkıntıyı bizzat yaşadığımız için, tezimizi iyi savunup, jüriye zorlanmadan kabul ettirmiştik.
Aradan uzun yıllar geçip, o zamanki imkânsızlıkların çoğu ortadan kalkıp belli bir rahata kavuşunca, kazın ayağının hiç de öyle olmadığını geç de olsa anladım. Konforun ne getirdiğini, ne götürdüğünü gördüm. Yokluklar içindeki dostluk, samimiyet bir başkaymış.
Tabiri câiz ise şimdiki konfor içindeki dostluklar, geçmişin birer taklidi, sahtesi... Eskiden, küçücük evlerde bile misafir ağırlamadan rahat edilemezdi. O zamanlar, “Keşke geniş bir evim olsa da, daha çok misafiri ağırlayabilseydim.” diyenler, şimdi kocaman evlerinde misafir yerine ağır, hantal eşyaları ağırlamakta...
O zamanlar bir kimsenin otelde kalması, o şehirdeki arkadaşı için büyük bir üzüntü kaynağı olurdu. Bunu bilen arkadaşı da, gece yarısı da olsa kapısını çalıp, “Ben geldim.” diyebilirdi. Şimdi böyle bir davranış cesaret ister artık...
Kıt imkânlara rağmen o günlerde kim ne yaptıysa, o yanına kâr kaldı. Makamın, malın, mülkün beraberinde getirdiği konfor, işi zorlaştırdı. Kitaplarda geçen, “Varlıktaki imtihan yokluktakinden çok daha zordur.” kaidesine yakîn hâsıl oldu. Ne mutlu zoru başarabilene...
Bütün bunları, değerli okuyucumuz, Ahmet Sağlamer Beyin Üsküdar’dan gönderme lütfunda bulunduğu yazıyı okuyunca hatırladım. Gerçekten de çok güzel tespitleri var Ahmet Beyin. Okuyunca siz de hak vereceksiniz bana... “Konfor içeri huzur dışarı...
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, zarurî olmayan ihtiyaçlar, özenti sebebiyle zaruret mevkiine çıktı. Kendi evimi anlatayım size. Üç aşağı beş yukarı çoğumuzun evi böyle... Bütün odalarım tıklım tıklım eşya ile dolu. Buna rağmen eşyaların ne düşüncelerime bir katkısı oldu, ne de huzuruma... Tam tersi, rahat etmek niyetiyle aldıklarımız, rahatımızı kaçırdı.
Artık salonlarımızın en aydınlık, en güzel köşelerinde koltuklar oturuyor. Evlerimizde, rahatça oturup huzur içinde sohbet edebileceğimiz, namaz kılabileceğimiz bir köşe yok. Koltuk, vitrin, televizyon, müzik seti, sehpalar, abajurlar karmaşası; her sehpanın üzerinde kristal tabaklar, vazolar; vazolarda yapma çiçekler...
Ah şu aynalı koca vitrinler! Bunların ve içindeki gösterişli porselenlerin neye yaradığını açıklayacak birini görsem, öylesine rahatlayacağım ki...
Yalnız taban değil, tavan da dolu. Tavandan tepemize iki koca avize sarkıyor. Avizeleri aydınlanma ihtiyacının icabı olarak değil, (Çünkü çıplak ampul daha iyi aydınlatır.) gösteriş tutkumuzun ağır bedeli olarak tavana asmışız. Her birinde irili ufaklı üç yüz adet kristal ya da kristal niyetine yutturulmuş cam parça... Her parçanın haftada bir defa özel kimyasal bir maddeyle, ya da sirkeli suyla tek tek silinip kurulanması gerekiyor. Yoksa matlaşır, salonun görüntüsünü bozar. Görüntü bozulunca ne olur, misafirler ayıplar. Sanki misafirler bizi teftişe geliyor.
Aslında, esas ayıp olanı, misafiri, eşyalarla tıkış tıkış salonlarda eşyaların esaretine terk etmek ve bu esarete bekçilik yapmaktır. Ne zamandır atadan kalma bir kanepeye sere serpe uzanma hasreti içindeyiz. Salonun ortasında çocuğumuzla, torunumuzla alt alta, üst üste yuvarlanmak için yanıyoruz. Ne çare, yürüyecek kadar bile yer yok... Ayağınızı uzatmaya kalksanız hemen bir yerlere çarpıveriyor.
Namaz mı kılmak istiyorsunuz, o zaman birçok eşyanın yerini her vakitte geçici de olsa değiştirme zahmetini göze almanız şart! Söyler misiniz lütfen, koltuğa bağdaş kurabiliyor, yorgun ayaklarınızı sehpaya koyabiliyor musunuz? Gerekirse salonunuzun bir köşesinde kıvrılıp yatabiliyor musunuz? Nerde?!... Koltuklar, vitrinler, sehpalar, avizeler, vazolar, büfeler sanki hepsi insana düşman... Hepsi el ele verip huzurun yolunu kesmiş.
Kendi ortamımızda yabancı gibiyiz. Bir yerlere çarpmamak, bir şeyleri kırmamak için sürekli tetikte olmamız gerekiyor. Evlerimizde eşyaların saltanatı sürüyor. Evlerimize eşyalar hâkim, biz ise herhalde mahkûmuz... “Konfor içeri, huzur dışarı!” demekte haksız mıyım?”
Çoğumuz çok ağır ekonomik zorluklar içinde olduğumuzdan, konfor özlemi içindeydik ve bunun için de rahata kavuşunca, huzura kavuşmamak için bir sebep göremiyorduk. Sıkıntıyı bizzat yaşadığımız için, tezimizi iyi savunup, jüriye zorlanmadan kabul ettirmiştik.
Aradan uzun yıllar geçip, o zamanki imkânsızlıkların çoğu ortadan kalkıp belli bir rahata kavuşunca, kazın ayağının hiç de öyle olmadığını geç de olsa anladım. Konforun ne getirdiğini, ne götürdüğünü gördüm. Yokluklar içindeki dostluk, samimiyet bir başkaymış.
Tabiri câiz ise şimdiki konfor içindeki dostluklar, geçmişin birer taklidi, sahtesi... Eskiden, küçücük evlerde bile misafir ağırlamadan rahat edilemezdi. O zamanlar, “Keşke geniş bir evim olsa da, daha çok misafiri ağırlayabilseydim.” diyenler, şimdi kocaman evlerinde misafir yerine ağır, hantal eşyaları ağırlamakta...
O zamanlar bir kimsenin otelde kalması, o şehirdeki arkadaşı için büyük bir üzüntü kaynağı olurdu. Bunu bilen arkadaşı da, gece yarısı da olsa kapısını çalıp, “Ben geldim.” diyebilirdi. Şimdi böyle bir davranış cesaret ister artık...
Kıt imkânlara rağmen o günlerde kim ne yaptıysa, o yanına kâr kaldı. Makamın, malın, mülkün beraberinde getirdiği konfor, işi zorlaştırdı. Kitaplarda geçen, “Varlıktaki imtihan yokluktakinden çok daha zordur.” kaidesine yakîn hâsıl oldu. Ne mutlu zoru başarabilene...
Bütün bunları, değerli okuyucumuz, Ahmet Sağlamer Beyin Üsküdar’dan gönderme lütfunda bulunduğu yazıyı okuyunca hatırladım. Gerçekten de çok güzel tespitleri var Ahmet Beyin. Okuyunca siz de hak vereceksiniz bana... “Konfor içeri huzur dışarı...
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, zarurî olmayan ihtiyaçlar, özenti sebebiyle zaruret mevkiine çıktı. Kendi evimi anlatayım size. Üç aşağı beş yukarı çoğumuzun evi böyle... Bütün odalarım tıklım tıklım eşya ile dolu. Buna rağmen eşyaların ne düşüncelerime bir katkısı oldu, ne de huzuruma... Tam tersi, rahat etmek niyetiyle aldıklarımız, rahatımızı kaçırdı.
Artık salonlarımızın en aydınlık, en güzel köşelerinde koltuklar oturuyor. Evlerimizde, rahatça oturup huzur içinde sohbet edebileceğimiz, namaz kılabileceğimiz bir köşe yok. Koltuk, vitrin, televizyon, müzik seti, sehpalar, abajurlar karmaşası; her sehpanın üzerinde kristal tabaklar, vazolar; vazolarda yapma çiçekler...
Ah şu aynalı koca vitrinler! Bunların ve içindeki gösterişli porselenlerin neye yaradığını açıklayacak birini görsem, öylesine rahatlayacağım ki...
Yalnız taban değil, tavan da dolu. Tavandan tepemize iki koca avize sarkıyor. Avizeleri aydınlanma ihtiyacının icabı olarak değil, (Çünkü çıplak ampul daha iyi aydınlatır.) gösteriş tutkumuzun ağır bedeli olarak tavana asmışız. Her birinde irili ufaklı üç yüz adet kristal ya da kristal niyetine yutturulmuş cam parça... Her parçanın haftada bir defa özel kimyasal bir maddeyle, ya da sirkeli suyla tek tek silinip kurulanması gerekiyor. Yoksa matlaşır, salonun görüntüsünü bozar. Görüntü bozulunca ne olur, misafirler ayıplar. Sanki misafirler bizi teftişe geliyor.
Aslında, esas ayıp olanı, misafiri, eşyalarla tıkış tıkış salonlarda eşyaların esaretine terk etmek ve bu esarete bekçilik yapmaktır. Ne zamandır atadan kalma bir kanepeye sere serpe uzanma hasreti içindeyiz. Salonun ortasında çocuğumuzla, torunumuzla alt alta, üst üste yuvarlanmak için yanıyoruz. Ne çare, yürüyecek kadar bile yer yok... Ayağınızı uzatmaya kalksanız hemen bir yerlere çarpıveriyor.
Namaz mı kılmak istiyorsunuz, o zaman birçok eşyanın yerini her vakitte geçici de olsa değiştirme zahmetini göze almanız şart! Söyler misiniz lütfen, koltuğa bağdaş kurabiliyor, yorgun ayaklarınızı sehpaya koyabiliyor musunuz? Gerekirse salonunuzun bir köşesinde kıvrılıp yatabiliyor musunuz? Nerde?!... Koltuklar, vitrinler, sehpalar, avizeler, vazolar, büfeler sanki hepsi insana düşman... Hepsi el ele verip huzurun yolunu kesmiş.
Kendi ortamımızda yabancı gibiyiz. Bir yerlere çarpmamak, bir şeyleri kırmamak için sürekli tetikte olmamız gerekiyor. Evlerimizde eşyaların saltanatı sürüyor. Evlerimize eşyalar hâkim, biz ise herhalde mahkûmuz... “Konfor içeri, huzur dışarı!” demekte haksız mıyım?”
Konular
- Her çocuk potansiyel bir dahidir
- Kurallara uymak ya da aşırı kuralcılık
- Tüm öğrencilerle nasıl ilgilenebilirim saçmalığı
- Otorite mi sindirme mücadelesi mi
- Sınıf dış hayatın kopyasıdır
- Suçlu sadece suçu işleyen değildir
- Çocuklar tüm gün zaten okulda
- Başarısız öğrenci yoktur, başarısız öğretmen vardır
- Zengin çocuğu şımarıktır felsefesi
- Öğretmende kemikleşen önyargı duygusu
- Öğretmenin ailevi sorunları okula yansır
- Öğretmen sürekli okuyup kendisini geliştirmeli
- Öğrenci veya veliyi suçlamak öğretmenin acziyetidir
- Sığ öğretmenler kendisini gösterir
- Öğretmen, öğrenci ve veli sorunları
- Öğretmen çözüm üretmeli seçenek sunmalı
- Sorunlu öğrenciler birbirinden uzaklaştırılmalı mı
- Öğretmen veli ile işbirliği yapmak zorunda
- Öğretmene rüşvet vermek caiz midir?
- Veliden kaçan öğretmen modeli
- Öğretmenin çocuklarının başarısı var mı
- Eşinin mesleği ve başarısı öğretmene de yansır
- Çocuğun yetenekleri keşfedilmeli
- Dahi çocuk nasıl keşfedilir
- Emekli öğretmenin özel okulda ders vermesi
- Psikolojik şiddet uygulayan öğretmenler
- Öğretmenin ağzından çıkan kelimeler
- Velilere eşit mesafede olmak zorunda
- Veliler ve öğretmenler için eğitim programları
- Aşk ve hayal kırıklığı