Aşk ve Hüzün

Bir kıvılcım çakar önce yürekte. Bin şimşek yankılanır her ocakta. Alev alır gözyaşlarına düğümlü duygular. Bir yangın sarar vücudu hücre hücre ve kaplar dimağı çepeçevre. Deprem geçirir vicdan. Acı bir sızı duyulur burun kemiklerinde. Çökerten bir zonklama çarpar şakaklara. Buruşur yüz etleri, kıvrılır dudaklar, süzülür gözler.. ve şıpır şıpır dökülür yıldızlar.



Bir dem gelir kesilir hıçkırıklar.. ve sessiz hafakanlar başlar. İçin için kaynar efkar otağı. Akıl, dalar gider bir hummalı düşüncenin ardına. Yollar, çıkmazlara çıkar yer yer.. bazen de giriftleşir. Nihayet, verilmiş bir karar gelir yolların ayrımında. Kristal bir kapı açılır, muammayı halledecek güzergâha.. ve yayılır bir ışık cümbüşü ufuklara.



Derken kaçışır umutları boğan küflü bulutlar.. diner sağanak yağmurları, açılır mavilikler.. ve ‘merhaba’ der gökkuşağı, cana uyanan bu sevgili göz nuruna. Artık beklenen olmuştur; tebessümler yağar kederli çehresine.. ve melekler bile sevinir, bu tatlı neticeye..



İşte ondan bir kesit sunduk sizlere. Evet o, mukaddes hüzündür; tek saniyesine ebedler bahşedilen bir sır.. bahâsı kainattan yüksek iksir.. yalnızca Allah’a mahsus; mükafatına da O kefil.. Hüzün: Rıza ülkesine açılan zorlu yokuşlarda vazgeçilmez azık.. tohumu çatlatan sancı.. baharın davetçisi müjdeci kış.. cemreyi düşüren keskin atış.. lokomotifleri yürüten ateş.. ölümcül girdaplarda kurtuluşa uzanan el.. en çetrefilli tılsımları bile çözen bilinmez formül..



Yine hüzün: Risaletin ruh kuvveti.. tufanı yağdıran cazibe.. Ayı şak eden parmaktaki kutsal ışık.. Sidre’ye ulaştıran, Kâb-ı kavseyn’e yakınlaştıran gerçek Burak. Kahr ile lütfu çeken mıknatıs.. ve ulûfe kapısının tokmağına dokunan kadife eldir o; bir yönüyle.. ama özde.



‘Emanet’ büyük.. dağların bile sırtlanmaktan kaçındığı yük.. ki Zat-ı Akdes onu, mukaddes hüznün çelikten kavî omuzlarına yüklemiştir; yoksa şu çelimsiz, zayıf insanoğlunun işi midir onu taşıyabilmek? Evet en başta o; en gizemli duadır, gökleri yere indiren dua.. istimdat duası; lafızsız ve kayıtsız.. klasik ifadesiyle ‘sessiz güfte, nağmesiz beste.’ İşte insanoğlu, o ağır ilahi emaneti ancak hüzünle götürebilecektir ve götürebilmektedir.



Hüzün, hayatı salise salise bütünüyle kaplamasına rağmen esasen karanlığın siyah zülüflerinde bizatihi temessül eder, dualaşır. Onun dua çiçekleri ise, hüznün Dost’la harman seccadesinde açar ancak her gece. Düşen damlacıklar, çiçek olur ve filize durur ebed bahçelerinde.



İşte hüzün; mahiyeti bizce meçhul öyle esrarengiz bir duadır ki, Kudreti Sonsuz onu, ancak hususî olarak seçtiği bazı kulların billur ruhlarına perçinlemiştir.



Kırkikindi yağmurları gibi gelir. Buğusu önce gözlerinize yansır, sonra güvercin bakışlı bir sessizlik olur; yüzünüze, saçlarınıza, omuzlarınıza üşüşür. Bomboş ve anlamsız bakışlar armağan eder akşamlarınıza. Ve ağır tonlu şarkılar gibi süzülür zaman: Adı hüzündür.



Hüzün, tanıdık geliyor bize. Zira tarihimize hüznün tarihi diyebiliriz. En koyu hüznü Hz. Adem yaşadı dünya gurbetine düştüğünde. Dünya bir hüzün gezegeni kesildi ona. Gözyaşları, ufkunu genişlete genişlete aydınlığa kavuşturdu insanlığın babasını. Hüzün, ilk insana gurbetle tanıttı kendini. Sonra, bütün peygamberler tarihi bir hüzün tarihine boyanacaktır. Nuh peygamber’in karşılık görmeyen çağrıları, Hz. İbrahim’in ateşlere doğru salınışı ve İsmail’i çöller ortasına koyup ardına bakmadan geriye dönüşü. Büyük Peygamberin hüzün devirleri… Hz. Peygamber’in mahzun hayatı, Hz. Hatice’nin ve Ebu Talib’in ardı ardına ebediyete yürüyüşleri, İslam’ın Mekke yılları, Müslümanlar’ın alemde hor görülen bir cemaat oluşu… Hüzün seneleri…



Peygamberlerin hüzne bulanık bir hayatları vardır. Yeis değil, karamsarlık değildir bu. Çünkü onlar ümit savaşçısıdır. Ayrılık hallerinden bir haldir hüzün. Engellere takılıp kalmanın sıkıntısı, gariplik…hüzün de bir imtihandır çünkü. Sonunda bütün peygamberler bu imtihanı aşmışlardır.



Hüzünden isteseniz de kaçamazsınız. O gelir ve sizi bulur, gözlerinize konuk olur, bakışlarınızı soldurur. Yaşamak bazen müthiş acılar verir insana. Yerin altı, üstünden hayırlı görünür. Gönül, aradan gurbeti kaldırmak, ezeli güneşine kavuşmak ister. Oysa dünya üstünüze üstünüze gelir; kendini önemsetmenin yollarını arar. İnsan, kendi gurbetinde yaşamaya mecbur kalır. Ruhumuz yelkenlerini indirir, ufuk daralır, üstüne bir ağırlık çökmüş gibi durur kalbimiz. “Hiçbir şey insanı sarsmaz, kandırmaz.”



Yaşadığımız günlere de hüzün devirleri dense yeridir. Zira iyilikler ve huzur dünyadan çekilmiş gibi. Gülme, anlamını yitirmiş, insanlar en fazla acıyla yaşar olmuşlar. Müslümanlar için gurbet yıllarıdır bu yıllar. Bir yandan şehir şen şakrak gülmektedir. Acılar ve ayrılıklarsa sürmektedir öbür yandan. Şehirde ağıtlarla kahkahalar; hüzünle neşe iç içe sürmektedir



Hayat, hüzne aldırmıyor. Işıklar yükseliyor salonlardan, meydanlardan. Vitrinler rengârenk şekilleriyle zayıf yerlerine dokunuyor insanların. Biz, göğsümüze bastırdığımız güllerle şehirden çalabildiğimiz kadar tebessüm çalıyoruz. Çünkü, ancak o yakışır hüznümüze. Şehrin göğüne, taşına, toprağına, havasına sinmiş hüzünden kaçmak ve onu görmezlikten gelmek ne mümkün! O, bulacağını bulur ve onda hüküm sürer. Müslüman yürekleri pişire pişire yaklaştırır yaklaştıracağı yere. Ve hüznün içinden tutulup gidilecek bir yol vardır kurtuluşa.



Acılar kalıcı değildir. Hüzün devirleri, geride sevapları, kazanılmış imtihanları bırakıp gidecek ve bir gün mutlaka “yıldızlar arasından yemyeşil bir rüzgar” esecektir.



Şimdi, hüznün gölgesi vurmuş yüzümüzle, göğsümüze bastırdığımız güller ve dudaklarımızda dualarla gömülüyoruz şehre. “Hüzün ki, en çok yakışandır bize.” Diyor şair. Neden yakışmasın, çünkü biz mahzun bir Peygamberin ümmetiyiz.




Issız bırakılmış yurtlarda kadîm zaman insanlarıyla buluşmak ister misiniz? Ama bu buluşmayı bir müzik eserinden sonra gerçekleştirelim dilerseniz.



Bir yolculuğa çıkalım sizlerle, yıllarca önce terkedilmiş bir diyâra doğru?!.. Zihninizi kapatın dış dünyaya, gürültüsünü unutun sokağın, gözlerinizi yumun birkaç dakikalığına ve bir anda açın kırkıncı kapısını kalbinizin..



Bir kızgın kum denizi mi yakıyor şimdi gözlerinizi ve gölgeniz ayaklarınızın altına mı toplanıyor? Doğru yere geldiniz. Artık ne yolunuzu, ne de yönünüzü aramaya çalışmayınız, bulamayacaksınız.. Nerde, kaç yıllık yolda gizlendiğini bilmediğiniz bir sevgilinin kumdaki izlerini yok etmekte sanki sam yeli yavaş yavaş. Koşmayın siz de, acele etmeyin, yetişemeyeceksiniz nasıl olsa rüzgara. Sakinleşin, kendinizi dinleyin ki doğru karar veresiniz; neredeyim, niye geldim, nasıl gitmeliyim?!..



Arada sırada sizi andıran, sizin gibi kaybolmuş âşinalara rastlamaya başlayacaksınız az sonra; çaresiz ve umutsuz dolaşıyor göreceksiniz hepsini. Şaşıracaksınız, gerçeği bilmediğiniz ve bildiğinizi gerçek sandığınız için… Gerçek, yalnızca bir acı ve hüzün oysa burada..



Bir bilseniz, ah bir bilseniz, bu çöldeki herkesin, sizin sevdiğinizi sevdiklerini!.. Ve bilseniz ki onlar da sizin gibi bu çölde cânân diye diye candan geçecekler sonunda. Hatta arada sırada rastladığınız kemiklerin, kafataslarının da sizden önceki âşıklarına ait olduğunu bilseniz Sevgili’nin.



Bu acı çöllerde bir iksir bulduğunuzu fark edin şimdi, aşk adında. Bütün zehirlerden daha acı, ama bütün lezzetlerden daha leziz. Öyle bir acı iksir ki içtikçe susayacak, susadıkça içmek isteyeceksiniz. Üstelik bu iksirin sevgiliden geldiğini de bilmektesiniz… bir dert ki dermanı kendi içinde. Bir derman ki derde feda edilmekte. Dert ki, canla başla kabul görüyor; derman ki bizatihi derd oluyor. “Dertleri zevk edindim” diyen şairin açmazı gibi hani.


Atamız Safiyyullah’ın yasak meyveyi tattığı gün yaratılan bu çölde kervanlara rastlamaktasınız ki şimdi, muhtelif yönlere doğru dalgın , üzgün, küskün ama istekle; ağır ağır, adım adım ve gece gündüz sürekli gitmekteler.. Aynı kervana bu kaçıncı rastlayışım diye sormayınız sakın kendinize; onlar da sizin gittiğiniz yöne, sizin gittiğiniz yola ve sizin gittiğiniz sevgiliye gitmekteler, günler, haftalar ve yıllardır.. Dönüp durmaktalar…



Katılmak ister misiniz kervana?!.. Biraz sonra aşk sürgünü deve yavrularının boyunlarındaki ceresler çalmaya başlayacak.. Kalmayasınız dağlar başında; yalnız ve tenha, uykulu ve uyanık.. Ceres seslerini her işittiğinde bir kez daha tükenen ihtiyara rastlayacağız az sonra. Hani Yusuf’un hasretiyle gözlerine kara sular inen ihtiyara… Duyduğu seslerden, Yusuf’u Mısır’a götüren kervanın Ken’an illerinden geçtiğini zannederek yine, ve kokusunu almak isteyecek uzun ve derin nefeslerle. Yine “Yusuf’um. Yusuf’um” diye ağlayacak. Bu kayıp elem çölünde tek bilinen kulübe onunkidir, tek mekan, tek yurt. Bütün yönler ona göre tayin edilir; bütün tarifler, bütün adresler ona göre.. Hüzünler Evi derler oraya..


Cümle lezzetten lezîz iksîrsin ey zehr-i aşk
Zevki derdinden alan her ruh dermandan geçer

(Ey aşk zehiri! Bütün tadlardan daha lezzetli bir iksirsin sen. Öyle ki senin derdinden bir defacık zevk alan her rûh, (o derde) derman aramaktan vazgeçer.)



Zuhal Akbıyık