"Aşk insana yetmez"
İNSANIN TEMEL ACILARINI konu alan bir kitap dizisini yıllar önce tasarladığını biliyorum. Bu dizi nasıl bir roman projesine dönüştü ve neden ‘İnsanın Temel Acıları’ üstbaşlığını taşıyacak olan bu ‘nehir roman’ların ilki aşka dair oldu. Aşkı ‘insanın temel acıları’ arasında, hem de ilk sırada ele alman, çoklarına biraz garip gelecektir de...
Şimdişurası bir gerçek ki, bu hayat kolay bir hayat değil. Bize verilen, hemen yanıbaşımızdaki varoluşumuzun anlam ve önemi çözülmediğinde ise, yaşamak dayanılmaz hale geliyor. Birçok psikiyatrik sorunun insanların çok değişik derecelerde yaşadığı varoluşsal kriz halinden doğduğu kanaatindeyim.
İlkin “İnsanın Temel Acıları” ismiyle bir kitap yazarak insanın temel varoluşsal acılarını araştırmak istedim. Hatırlarsan, 96 yılında böyle bir fikri sana da aktarmış ve yoğun desteğini almıştım. Sonra ise, zihnimde üçe indirdiğim ‘insanın temel acıları’nı teker teker ayrı kitaplar halinde yazma fikri ağır bastı. Anlatmak istediklerimi en iyi ifade edebileceğim yazım tarzının roman olduğunu gördüm. Aynalar Koridorunda Aşk böyle ortaya çıktı.
Aşkla başlamaya gelince: Varoluşçu psikoterapi ekolünden gelen terapistler, anlamsızlık, ölüm, yalnızlık ve seçme özgürlüğünün insanın en temel varoluşsal sorunları olduğunu ifade ediyorlar. Ben ise, bunlara katılmakla birlikte, insanı en çok inciten, ruhunu daraltan temel acının insanın kendisini değersiz hissetmesi olduğu kanaatindeyim. Aşk da işte tam burada devreye giriyor. Kişiler kendilerini değerli hissetmek için zamanımızda en çok aşka sığınıyor ve aşkı bir kurtarıcı olarak görüyorlar. İlginç şekilde, bir kurtarıcı gibi sarınılan aşk, kendisinden bekleneni veremediğinden ve kesinlikle de veremeyeceğinden, temel bir insanî acıya dönüşüyor. Özellikle terkedilen insanlar, ya da aşklarına karşılık bulamayanlar, veyahut kendilerine kimsenin âşık olmadığına inanan insanlar kendilerini değersiz hissetmeye başlıyorlar. Bu yüzden, bu kitabın temel vurgularından biri aşkın insan için bir kurtarıcı olamayacağıdır. Ne aşk insana yetiyor; ne de insan aşka.
‘Aşk’ı ‘aynalar koridoru’ metaforuyla açıklamayı neden ve nasıl düşündün? ‘Aynalar koridorunda aşk’ ifadesiyle, neyi kastediyorsun?
AYNA, psikoloji teorilerinde kullanılan yaygın bir metafordur. Kitaplarını sıkça okumaya çalıştığım Said Nursî de aynayı bir metafor olarak birbirinden farklı konuları anlatmakta oldukça başarılı biçimde kullanmıştır ve benim için önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Ayna metaforunu önceleri Risaleden ilhamen ‘aynadaki yılanların ısırmayacağı’ hakikatiyle obsesyonları anlatmakta kullanıyordum. Daha sonraları, bu metaforun insan ilişkilerine de uygulanabileceğini gördüm ve böylece ayna benim en temel tekniğim halini aldı.
‘Aynalar koridorunda aşk’a gelince: Yaratıcı ile ilişkilendirilmeyen her duygu hali insan için yaralayıcıdır. Yaratıcı ile ilişkilendirilmeyen aşk, aynalar koridorunda yaşanan bir aşktır. Aşkı bu şekilde yaşama biçiminde âşık olan kişi âşık olduğu kişiye veya âşık olma potansiyeli olan kişiye bağımlı hale gelir. Kişi kendisini değerli kılmak için öteki insana bağımlıdır. Kişi kendisini kutsayan seslerin olmadığı bir yerde yaşayamaz. Kişi birey olamaz. Bugün Amerika’da ve bir bütün olarak Batıda insanların özgür ve bireyci oldukları iddiası, psikolojik anlamda bir yalandır. Ben onları daha ziyade ‘yalnız yaşayan, ama psikolojik açıdan ötekine bağımlı insanlar’ olarak görüyor ve değerlendiriyorum. Çünkü narsistleşen benlikler varolabilmek için ötekinin takdirine, ilgisine, hoş sözlerine muhtaçtır. Kişiler kendi büyüklenmeci kendiliklerinin başkalarının aynasında dev görüntüleri olduğunda ancak kendilerini var hissedebilmektedirler.
Yaratıcı adına yaşayan bir insan için dünya, diğer insanla, hayat ve kendisi bir aynadır. Yaratıcıdan bağımsız yaşayan bir insan için de dünya, diğer insanlar, hayat ve kendisi bir aynadır. Birincisi aynada Yaratıcının isimlerinin, sıfatlarının tecellilerini seyretmek ister. İkincisi ise aynada kendisini seyretmek ister ve aşk da insanların kendilerini hayran hayran seyredeceği aynalar koridoru halini alır. Bu ise insanın kendisi ile aynı düzeyde olan diğer insanlara köleliğinin başlangıcıdır.
Kitapta bir dizi kavramı irdeliyor, açıyor, yeni kavramlaştırmalar geliştiriyorsun. Bunların içinde belki en çarpıcı olanı, insanın ‘ben’i ile ‘kendi’si arasında olması gerektiğini vurguladığın ayrım. İnsanın ‘benliği’ ile ‘kendisi’ arasındaki, varlığına dikkat çektiğin fark nedir ve neden önemlidir?
MESLEĞİM GEREĞİ, uğraşı alanlarımdan birisinin de benlik incelemesi olması dolayısıyla, uzun süre benliği nasıl formüle edebileceğimi düşünüyordum. Benlik anlaşılması zor bir konu olarak karşımda duruyordu. Öte yandan hastalarımdan edindiğim bilgiler bana şunu söylüyordu: Bir insanı en çok tenkid eden, aşağılayan, değersiz addeden, yine insanın kendisi. Şimdi “Ben kendimi değersiz hissediyorum” diyen bir insanda ‘ben’ kimdir, ‘kendim’ kimdir sorusunu sormaya başladım. Bu ikisi ilk bakışta aynı görünüyordu. Ben ve kendim eğer aynı ise, bu şekilde hisseden kişinin öte yandan hiç acı çekmemesi gerekir. O halde, insanın birtakım şubelerden oluşması lâzımdı. Risalelerdeki, “Otuzuncu Söz”deki “Ene” bahsinde enenin, yani benliğin ‘şuurlu bir tel’ olarak tanımlanması zihnimde açılıverdi. ‘Ben’in insanın bilinci ve benliği veya bilinçli olan benliği diye; ‘kendim’in ise benliğin de dahil olduğu kalb, duygular, ruh, akıl, idrak, şuur, irade, bedensel varlığı gibi tüm varoluşu diye kavramlaştırılabileceği sonucuna vardım. Daha sonra, psikolojideki ben/kendim ayrımına dair makaleler okudum ve bu formülasyonun yerinde bir formülasyon olduğu sonucuna ulaştım.
Bu şekilde bir ayrım, hepimiz için, hayatı yaşarken önemli kolaylıklar sağlayabilir. En azından, böyle bir ayrım bizim aslında değerli bir varlık olduğumuz ama benliğimizin bizi beğenmediği gibi bir sonuca götürebilir—ki, bu da hepimizin az veya çok muzdarip olduğu narsistleşmiş benliğin olumsuz etkilerinden en az şekilde etkilenmemize vesile olabilir. Yani, bizi biri beğenmediğinde, onun bizi beğenmemesinin onun kendi görüşü olduğunu bilmenin getirdiği rahatlama gibi, kendi varoluşumuz ile benliğimizin narsistik değerlendirmelerini birbirinden ayırma ve benliğin negatif değerlendirmelerinden en az düzeyde etkilenme imkânına kavuşabiliriz.
Burada hemen sormuş olayım. Bana dikkat çekici gelen bir diğer vurgun, ‘narsistleşmiş benlik’e dair... Romanda, ‘Yaşamı ağırlaştıran, benliğin kendisi değil, narsistleşmiş benliktir’ diyorsun. Benlik ile ‘narsistleşmiş benlik’ arasında bir ayrım yapma lüzumunu neden hissediyorsun? Benlik nasıl saf kalır ve nasıl narsistleşir?
BENLİK İLK bakışta olumsuz bir kavram gibi duruyor veya böyle algılanmış. Benlik sahibi olmak bizim seçimimiz değil. Yaratıcının bize verdiği bir armağan. Hatta en muhteşem armağan. Dağların bile tahammülünden çekindiği ama insanın kabul ettiği benlik, insanın cisimsel küçüklüğünün rağmına kabiliyet, algı, idrak açısından Mutlak Yaratıcı ile bilinçli bir ilişki kurmasına olanak tanır. Benlik bir mucizedir. Yaratıcının yarattığı benlik, Yaratıcının en önemli âyetlerindendir. Yaratıcı bize hiç kötü şey vermemiştir. Bizden tek istediği, bize verdiği şeyleri O’nun verdiğini kabul edip sahiplenmemek. Bu muhteşem armağanı insan sahiplenirse, benliğin kendi kendisini sahiplenmekle başlayan süreç insanın elinden çıkan herşeyi sahiplenmeye ve kendi mülkiyet alanında görmeye kadar gider.
İnsan kendisine verilen bu benliği sahiplenip kendi adına kullandığında narsistleşmeye doğru yol almaya başlıyor. Bu ise hayatı tümüyle omuzlamayı gerekli kılıyor ki, bu gerçekten acılı bir yaşama biçimi. Dolayısıyla, benliğini narsistleştiren insanın acı çektiği için kimseyi suçlamaya hakkı kalmıyor.
Benliğin saf kalmasının koşulu ise, benliğin hem kendisinin hem de sahip olduğu tüm şeylerin insana verildiğini kabul etmesi. Bunlar ise sadece ve sadece kişisel tercihlerden başka birşey değil. Bu seçimde insana doğru olanı seçmesi için birçok kolaylık sağlanmış, ama serbest de bırakılmış. Ki, yaşamdaki sınavın özünü galiba bu oluşturuyor.
Bir psikiyatrist olarak, o bildik bilimsel ayrıma pek itibar etmediğin anlaşılıyor. Aynalar Koridorunda Aşk’ın başkahramanı Dr. Mavi, bir Yaratıcının varlığını kabul etmekten öte, Yaratıcısıyla barışık biri meselâ. Hastasına, yeri geldiğinde, “Sen kendi benliğinin biçimlendirdiği yardımı talep ediyor ve Yaratıcıya seçim hakkı tanımıyorsun” demekten çekinmiyor. Romanını geliştirirken, bu noktadaki açık yürekliliğinin bir psikiyatrist olarak seni eleştiri oklarının hedefi yapacağı gibi bir endişe hiç taşımadın mı?
DR. MAVİ bunu demekten çekinmiyor, çünkü ana karakter, ona Yaratıcıya içinde duyduğu öfke nedeniyle geliyor zaten. Dr. Mavi’nin rahatlığı biraz buradan geliyor. Yaratıcıya isyanından dolayı bir terapiste başvurma, alışık olduğumuz bir başvuru biçimi değil. İnsanlar daha ziyade hayattaki memnuniyetsizliklerinden dolayı başvururlar. Gerçekte hayattan ve hatta kişinin kendisinden memnuniyetsizliğinin bir ucunun, iyice deşildiğinde, Yaratıcıya isyana kadar gittiği kanaatindeyim. Ben bu deşmeye girişmeden, direkt olarak böyle bir şikayetle doktora başvuran bir insan tasarladım. Kitabı basılmamış haliyle okuyan bir terapist arkadaşım bunu çok ilginç bir nokta olarak nitelemişti. Hatta burada “Yaratıcıya ‘neden beni yarattın’ diye isyan ettiği için” başvuran bir hastaya terapistlerin neler söyleyebileceği konusunun, ilginç bir psikoterapi tartışmasını da başlatabileceğini aktarmıştı.
İlaveten, inanç ve psikiyatri konusu son zamanların çok çalışılan konulardan. Örneğin, Amerikan Psikiyatri Birliğinde ‘Psikiyatri ve İnanç’ alt birimi var. Yine aynı birliğin her Mayıs ayında düzenlediği ve benim son iki senedir katıldığım toplantıların önemli konularından biri de yine din ve psikiyatri ilişkisi.
Son olarak, ‘eleştirilir miyim acaba?’ şeklinde bir yaklaşım, biraz nevrotik bir korku olurdu—ki, her nevrotik korku insan yaşamını kısıtlıyor ve bir çembere alıyor. Zannedersem, nevrotik bir tutumdan kaçınmak istedim.
Dr. Mavi, ‘başkasını sevmek, başkasına bağlanmak olarak görülse de, gerçekte aşk ve sevgi ilişkilerinin temelinde sevilme arzusunun yattığı’na inanıyor. Öyle ki, “Aşkın bir başkasını sevmek olduğunu söylemek koca bir yalandır” diyor. Kahramanın bu düşüncelere nereden ve nasıl ulaştı?
ÂŞIK OLAN İNSANLAR terapistlerin en çok çalıştığı insanlar arasındadırlar. Benim de özellikle uğraştığım konulardan birisi, bağlanma sorunlarıydı. En çok dikkatimi çeken şey ise şuydu: Eğer aşk sadece başkasını sevmek ise, neden âşıklar sevilip sevilmediklerinden endişe duyuyorlar? Ya da, diğerinin ilgisi azaldığında aşkın şiddeti neden birden düşebiliyor?
Âşık olan bir insan âşık olduğu kişi için “Bugün beni arayacak mı acaba?” diye endişeleniyorsa, kimse aşk ötekini çılgınca sevmektir diye iddia edemez. Karşılıksız sevme sadece anne babalara özgüdür ve bunun adı da zaten aşk değil, şefkattir. Aşkı besleyen, karşılık bulmasıdır.
İnsanın kalbi aşk ile dolmaz. Bir diğer deyişle, aşk, insanın kalbini doyurmaya yetmez. Romandaki en temel vurgulardan biri, bu. Birincisi, aşk insanın kalbini neden doyurmuyor? İkincisi, aşkın yerine ne doyurur kalbimizi? Yoksa doyması imkânsız mı?
AŞK İNSANIN kalbini doyurmuyor, çünkü insanın varoluşsal gerekçesi aşk değildir! Ne yazık ki, günümüzde aşka böyle bir işlev yüklenmeye çalışılıyor. Bu hem aşka bir ihanet, hem de insan kalbini yeteri kadar ciddiye almayan bir yaklaşım. İnsanın kalbini ancak Yaratıcısının sonsuz isimleri doldurabilir. Ben aşktan duygusal bir huzuru yakalamış bir insan görmedim. Çünkü kalb ancak kendi Yaratıcısını arıyor her daim.
Aynalar Koridorunda Aşk, anladığım kadarıyla, en temelde, şunu diyor insana: İnsanın değerli olduğunu hissetmeye ve değer verilmeye, sevilmeye ihtiyacı vardır; hem de mutlak surette. Bunu, kendisi gibi sonsuz sevilme ihtiyacı olan başka insanların üzerinden karşılamaya çalışmak ise bir çelişkidir ve nafile bir çabadır. İnsan ancak Mutlak bir Varlık tarafından sevildiğinin farkına vararak bu ihtiyacını karşılayabilir. Doğru anlamış mıyım?
HAKLISIN, kitabın temel tezi bu. Ama bu tezi nasıl savunacaktım? Beni en çok zorlayan yönlerden biri buydu. Kitap, bu tema üzerinde gelişirken, tezini insanın neden âşık olduğunu analiz ettiği kadar, bir aşkı neden sürdüremediğini de analiz ederek açıklamaya çalışıyor. Çünkü, ilginçtir ki, her aşk eninde sonunda bitiyor. Devam eden aşk yoktur. Sevgiye dönüşür diye itiraz edenler olacaktır. Sevgiye dönüşür; doğru. Ama dönüşen bir aşk zaten aşk olmaktan çıkmıştır. İlaveten, insanın aşka bağımlılığını narsizmle, çocukluk yaşantıları ile, öfkeyle, ölümle, varoluşla ilişkili bir çerçevede sunmaya çalışıyorum.
O zaman, şu soru geliyor insanın aklına: O halde, aşk esasında bir yanılgıdan mı ibaret?
AŞK İNSANÎ bir durum. Ve aşk iradî bir yaşantı değil. Bir de bakıyorsunuz ki, âşık oluyorsunuz. Kanaatimce, aşk insanın sevilmek ve değerli olmak istediğini, bu yönde büyük bir ihtiyacı olduğunu anlaması için Yaratıcı tarafından verilmiş insanî bir yaşantı. Her aşk düş kırıklığı ile biter. Burada sanki, âşık olunca insandan beklenen, aşkın kaldıramayacağı kadar sevilme ve değerli hissetmeye insanın ihtiyacı olduğunu anlaması ve bunun yolunu aramasıdır. Ama eğer aşka varoluşsal bir anlam yüklenirse, insan kendisini mutlak değerli hissetmesini aşka bağlarsa, işte o zaman aşk sadece bir yanılgı ve düş kırıklığıdır.
Romanın kurgusuna dair de bir soru sormak istiyorum. Bir açmaza düşen insanların psikiyatriste koştuğu bir çağda, bir psikiyatrist olarak, romanın baş kahramanı Dr. Mavi’yi biraz geride tutmaya çalışıyor gibisin. Hastaları sorunlu da, Dr. Mavi sorunsuz değil romanda... Onun da soruları, açmazları var; ve psikiyatrist olmayan bir
dostuyla paylaşıyor bunları. Dostunun yardımına başvuruyor. Sorunsuz ama sorun çözücü bir Dr. Mavi tiplemesi yerine neden böyle bir Dr. Mavi tiplemesini tercih ettin?
PSİKOTERAPİSTLER bir yandan bir işe yaramadıklarının ve gereksiz olduklarının düşünülmesinden, öte yandan kendilerine aşırı değer verilmesinden, zihin okuyabildiklerinin, sorunlara kesin, çabuk ve etkili çözümler üretebildiklerinin düşünülmesinden bıkmışlardır. Bir terapistin hayatı mükemmel görünmekle değer yitimi arasında salınır durur. Belki de ben ikinci tehlikeden kendimi korumak için bunu yaptım. Ben ve hastam kendi koltuklarımıza oturduğumuzda kimse terapist ve hasta olmak açısından üstün ya da eksik değil diye hissederim. Hepimiz aynı geminin içindeyiz. Aynı varoluşsal açmazlara maruz kalıyoruz. Hepimizin zaafları var. Hastalarımızın sorunları onların sorunları değil, temel insanlık halinin sorunlarıdır. Hasta ve terapist olarak biz bu işin içinde birlikteyiz. Vurgulamak istediğim noktalardan bir tanesi bu nokta oldu.
Öte yandan da, özellikle bir terapistin temel bilgi kaynağının psikoterapi ve psikiyatri alanı olmayacağının altını çizmek istedim.
Psikiyatri ne insana bir kurtuluş sağlar, ne de tümüyle gereksizdir. Psikiyatriyi gereksiz görenler kadar, ondan varoluşsal açmazları için medet umanlar da aldanıyorlar. Şurası doğru: Bir kişi üzerinde yapılan titiz bir çalışma olarak terapi, kişinin kendi açmazlarını görmesi konusunda ona önemli ipuçları verebilir. Biyolojik kökeni ağır basan durumlarda ilaç tedavileri kesinlikle elzemdir ve kişinin yaşam yolunda tıkandığı durumların aşılmasında oldukça işe yararlar. Öte yandan, kapitalist sistemlerde, yaşam alanının dışına atılmış din yerine psikiyatriye toplumsal bir emniyet sibobu işlevi verilmiştir ki, bu gerçekten psikiyatrinin üzerindeki en ağır yüktür. Varoluşsal açmazlar içinde ruhsal sancılar çeken insanların kurtuluşu, psikiyatrik bilgi birikimi, yahut psikiyatrinin insani bilgisi değildir. Çünkü psikiyatrinin insanî bilgi birikimi belki de en zayıf alanlardan biridir. Bu yüzden, romandaki terapist kendisini kitaplarıyla, toplantılarıyla, meslektaşlarıyla, psikiyatri alanıyla sınırlamak istemiyor. İnsanın varoluşsal açmazlarını aşmalarına yardımcı olabilecek her türlü kaynağı değerlendirmek istiyor.
Sana çok sorulacağını tahmin ettiğim bir soruyu peşinen sormuş olayım: Bu roman, Mustafa Ulusoy’un gerçek hayattaki hastalarının hayat hikâyelerine ve sözlerine mi dayanıyor? Yoksa, gerçek hayatta birebir karşılığının olması mümkün olsa bile, tamamen kurgusal mı?
BU KİTAP kurgusal bir roman. Hastaların gerçek hayatlarını yazmak bir etik ihlalidir. Bu konuda çok hassasım.
Son bir soru: ‘İnsanın Temel Acıları’nın devamında hangi ‘acı’lar bekliyor bizi?
ALLAH yaşama imkânı ve zamanı verirse, niyetim “İnsanın Temel Acıları Üçlemesi” yapmak. Çalışmalarına başladığım ikinci romanın konusu ölüm olacak. Üçüncü kitabın konusu ise, istersen, şimdilik ikimizin arasında bir sır olarak kalsın.
Şimdişurası bir gerçek ki, bu hayat kolay bir hayat değil. Bize verilen, hemen yanıbaşımızdaki varoluşumuzun anlam ve önemi çözülmediğinde ise, yaşamak dayanılmaz hale geliyor. Birçok psikiyatrik sorunun insanların çok değişik derecelerde yaşadığı varoluşsal kriz halinden doğduğu kanaatindeyim.
İlkin “İnsanın Temel Acıları” ismiyle bir kitap yazarak insanın temel varoluşsal acılarını araştırmak istedim. Hatırlarsan, 96 yılında böyle bir fikri sana da aktarmış ve yoğun desteğini almıştım. Sonra ise, zihnimde üçe indirdiğim ‘insanın temel acıları’nı teker teker ayrı kitaplar halinde yazma fikri ağır bastı. Anlatmak istediklerimi en iyi ifade edebileceğim yazım tarzının roman olduğunu gördüm. Aynalar Koridorunda Aşk böyle ortaya çıktı.
Aşkla başlamaya gelince: Varoluşçu psikoterapi ekolünden gelen terapistler, anlamsızlık, ölüm, yalnızlık ve seçme özgürlüğünün insanın en temel varoluşsal sorunları olduğunu ifade ediyorlar. Ben ise, bunlara katılmakla birlikte, insanı en çok inciten, ruhunu daraltan temel acının insanın kendisini değersiz hissetmesi olduğu kanaatindeyim. Aşk da işte tam burada devreye giriyor. Kişiler kendilerini değerli hissetmek için zamanımızda en çok aşka sığınıyor ve aşkı bir kurtarıcı olarak görüyorlar. İlginç şekilde, bir kurtarıcı gibi sarınılan aşk, kendisinden bekleneni veremediğinden ve kesinlikle de veremeyeceğinden, temel bir insanî acıya dönüşüyor. Özellikle terkedilen insanlar, ya da aşklarına karşılık bulamayanlar, veyahut kendilerine kimsenin âşık olmadığına inanan insanlar kendilerini değersiz hissetmeye başlıyorlar. Bu yüzden, bu kitabın temel vurgularından biri aşkın insan için bir kurtarıcı olamayacağıdır. Ne aşk insana yetiyor; ne de insan aşka.
‘Aşk’ı ‘aynalar koridoru’ metaforuyla açıklamayı neden ve nasıl düşündün? ‘Aynalar koridorunda aşk’ ifadesiyle, neyi kastediyorsun?
AYNA, psikoloji teorilerinde kullanılan yaygın bir metafordur. Kitaplarını sıkça okumaya çalıştığım Said Nursî de aynayı bir metafor olarak birbirinden farklı konuları anlatmakta oldukça başarılı biçimde kullanmıştır ve benim için önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Ayna metaforunu önceleri Risaleden ilhamen ‘aynadaki yılanların ısırmayacağı’ hakikatiyle obsesyonları anlatmakta kullanıyordum. Daha sonraları, bu metaforun insan ilişkilerine de uygulanabileceğini gördüm ve böylece ayna benim en temel tekniğim halini aldı.
‘Aynalar koridorunda aşk’a gelince: Yaratıcı ile ilişkilendirilmeyen her duygu hali insan için yaralayıcıdır. Yaratıcı ile ilişkilendirilmeyen aşk, aynalar koridorunda yaşanan bir aşktır. Aşkı bu şekilde yaşama biçiminde âşık olan kişi âşık olduğu kişiye veya âşık olma potansiyeli olan kişiye bağımlı hale gelir. Kişi kendisini değerli kılmak için öteki insana bağımlıdır. Kişi kendisini kutsayan seslerin olmadığı bir yerde yaşayamaz. Kişi birey olamaz. Bugün Amerika’da ve bir bütün olarak Batıda insanların özgür ve bireyci oldukları iddiası, psikolojik anlamda bir yalandır. Ben onları daha ziyade ‘yalnız yaşayan, ama psikolojik açıdan ötekine bağımlı insanlar’ olarak görüyor ve değerlendiriyorum. Çünkü narsistleşen benlikler varolabilmek için ötekinin takdirine, ilgisine, hoş sözlerine muhtaçtır. Kişiler kendi büyüklenmeci kendiliklerinin başkalarının aynasında dev görüntüleri olduğunda ancak kendilerini var hissedebilmektedirler.
Yaratıcı adına yaşayan bir insan için dünya, diğer insanla, hayat ve kendisi bir aynadır. Yaratıcıdan bağımsız yaşayan bir insan için de dünya, diğer insanlar, hayat ve kendisi bir aynadır. Birincisi aynada Yaratıcının isimlerinin, sıfatlarının tecellilerini seyretmek ister. İkincisi ise aynada kendisini seyretmek ister ve aşk da insanların kendilerini hayran hayran seyredeceği aynalar koridoru halini alır. Bu ise insanın kendisi ile aynı düzeyde olan diğer insanlara köleliğinin başlangıcıdır.
Kitapta bir dizi kavramı irdeliyor, açıyor, yeni kavramlaştırmalar geliştiriyorsun. Bunların içinde belki en çarpıcı olanı, insanın ‘ben’i ile ‘kendi’si arasında olması gerektiğini vurguladığın ayrım. İnsanın ‘benliği’ ile ‘kendisi’ arasındaki, varlığına dikkat çektiğin fark nedir ve neden önemlidir?
MESLEĞİM GEREĞİ, uğraşı alanlarımdan birisinin de benlik incelemesi olması dolayısıyla, uzun süre benliği nasıl formüle edebileceğimi düşünüyordum. Benlik anlaşılması zor bir konu olarak karşımda duruyordu. Öte yandan hastalarımdan edindiğim bilgiler bana şunu söylüyordu: Bir insanı en çok tenkid eden, aşağılayan, değersiz addeden, yine insanın kendisi. Şimdi “Ben kendimi değersiz hissediyorum” diyen bir insanda ‘ben’ kimdir, ‘kendim’ kimdir sorusunu sormaya başladım. Bu ikisi ilk bakışta aynı görünüyordu. Ben ve kendim eğer aynı ise, bu şekilde hisseden kişinin öte yandan hiç acı çekmemesi gerekir. O halde, insanın birtakım şubelerden oluşması lâzımdı. Risalelerdeki, “Otuzuncu Söz”deki “Ene” bahsinde enenin, yani benliğin ‘şuurlu bir tel’ olarak tanımlanması zihnimde açılıverdi. ‘Ben’in insanın bilinci ve benliği veya bilinçli olan benliği diye; ‘kendim’in ise benliğin de dahil olduğu kalb, duygular, ruh, akıl, idrak, şuur, irade, bedensel varlığı gibi tüm varoluşu diye kavramlaştırılabileceği sonucuna vardım. Daha sonra, psikolojideki ben/kendim ayrımına dair makaleler okudum ve bu formülasyonun yerinde bir formülasyon olduğu sonucuna ulaştım.
Bu şekilde bir ayrım, hepimiz için, hayatı yaşarken önemli kolaylıklar sağlayabilir. En azından, böyle bir ayrım bizim aslında değerli bir varlık olduğumuz ama benliğimizin bizi beğenmediği gibi bir sonuca götürebilir—ki, bu da hepimizin az veya çok muzdarip olduğu narsistleşmiş benliğin olumsuz etkilerinden en az şekilde etkilenmemize vesile olabilir. Yani, bizi biri beğenmediğinde, onun bizi beğenmemesinin onun kendi görüşü olduğunu bilmenin getirdiği rahatlama gibi, kendi varoluşumuz ile benliğimizin narsistik değerlendirmelerini birbirinden ayırma ve benliğin negatif değerlendirmelerinden en az düzeyde etkilenme imkânına kavuşabiliriz.
Burada hemen sormuş olayım. Bana dikkat çekici gelen bir diğer vurgun, ‘narsistleşmiş benlik’e dair... Romanda, ‘Yaşamı ağırlaştıran, benliğin kendisi değil, narsistleşmiş benliktir’ diyorsun. Benlik ile ‘narsistleşmiş benlik’ arasında bir ayrım yapma lüzumunu neden hissediyorsun? Benlik nasıl saf kalır ve nasıl narsistleşir?
BENLİK İLK bakışta olumsuz bir kavram gibi duruyor veya böyle algılanmış. Benlik sahibi olmak bizim seçimimiz değil. Yaratıcının bize verdiği bir armağan. Hatta en muhteşem armağan. Dağların bile tahammülünden çekindiği ama insanın kabul ettiği benlik, insanın cisimsel küçüklüğünün rağmına kabiliyet, algı, idrak açısından Mutlak Yaratıcı ile bilinçli bir ilişki kurmasına olanak tanır. Benlik bir mucizedir. Yaratıcının yarattığı benlik, Yaratıcının en önemli âyetlerindendir. Yaratıcı bize hiç kötü şey vermemiştir. Bizden tek istediği, bize verdiği şeyleri O’nun verdiğini kabul edip sahiplenmemek. Bu muhteşem armağanı insan sahiplenirse, benliğin kendi kendisini sahiplenmekle başlayan süreç insanın elinden çıkan herşeyi sahiplenmeye ve kendi mülkiyet alanında görmeye kadar gider.
İnsan kendisine verilen bu benliği sahiplenip kendi adına kullandığında narsistleşmeye doğru yol almaya başlıyor. Bu ise hayatı tümüyle omuzlamayı gerekli kılıyor ki, bu gerçekten acılı bir yaşama biçimi. Dolayısıyla, benliğini narsistleştiren insanın acı çektiği için kimseyi suçlamaya hakkı kalmıyor.
Benliğin saf kalmasının koşulu ise, benliğin hem kendisinin hem de sahip olduğu tüm şeylerin insana verildiğini kabul etmesi. Bunlar ise sadece ve sadece kişisel tercihlerden başka birşey değil. Bu seçimde insana doğru olanı seçmesi için birçok kolaylık sağlanmış, ama serbest de bırakılmış. Ki, yaşamdaki sınavın özünü galiba bu oluşturuyor.
Bir psikiyatrist olarak, o bildik bilimsel ayrıma pek itibar etmediğin anlaşılıyor. Aynalar Koridorunda Aşk’ın başkahramanı Dr. Mavi, bir Yaratıcının varlığını kabul etmekten öte, Yaratıcısıyla barışık biri meselâ. Hastasına, yeri geldiğinde, “Sen kendi benliğinin biçimlendirdiği yardımı talep ediyor ve Yaratıcıya seçim hakkı tanımıyorsun” demekten çekinmiyor. Romanını geliştirirken, bu noktadaki açık yürekliliğinin bir psikiyatrist olarak seni eleştiri oklarının hedefi yapacağı gibi bir endişe hiç taşımadın mı?
DR. MAVİ bunu demekten çekinmiyor, çünkü ana karakter, ona Yaratıcıya içinde duyduğu öfke nedeniyle geliyor zaten. Dr. Mavi’nin rahatlığı biraz buradan geliyor. Yaratıcıya isyanından dolayı bir terapiste başvurma, alışık olduğumuz bir başvuru biçimi değil. İnsanlar daha ziyade hayattaki memnuniyetsizliklerinden dolayı başvururlar. Gerçekte hayattan ve hatta kişinin kendisinden memnuniyetsizliğinin bir ucunun, iyice deşildiğinde, Yaratıcıya isyana kadar gittiği kanaatindeyim. Ben bu deşmeye girişmeden, direkt olarak böyle bir şikayetle doktora başvuran bir insan tasarladım. Kitabı basılmamış haliyle okuyan bir terapist arkadaşım bunu çok ilginç bir nokta olarak nitelemişti. Hatta burada “Yaratıcıya ‘neden beni yarattın’ diye isyan ettiği için” başvuran bir hastaya terapistlerin neler söyleyebileceği konusunun, ilginç bir psikoterapi tartışmasını da başlatabileceğini aktarmıştı.
İlaveten, inanç ve psikiyatri konusu son zamanların çok çalışılan konulardan. Örneğin, Amerikan Psikiyatri Birliğinde ‘Psikiyatri ve İnanç’ alt birimi var. Yine aynı birliğin her Mayıs ayında düzenlediği ve benim son iki senedir katıldığım toplantıların önemli konularından biri de yine din ve psikiyatri ilişkisi.
Son olarak, ‘eleştirilir miyim acaba?’ şeklinde bir yaklaşım, biraz nevrotik bir korku olurdu—ki, her nevrotik korku insan yaşamını kısıtlıyor ve bir çembere alıyor. Zannedersem, nevrotik bir tutumdan kaçınmak istedim.
Dr. Mavi, ‘başkasını sevmek, başkasına bağlanmak olarak görülse de, gerçekte aşk ve sevgi ilişkilerinin temelinde sevilme arzusunun yattığı’na inanıyor. Öyle ki, “Aşkın bir başkasını sevmek olduğunu söylemek koca bir yalandır” diyor. Kahramanın bu düşüncelere nereden ve nasıl ulaştı?
ÂŞIK OLAN İNSANLAR terapistlerin en çok çalıştığı insanlar arasındadırlar. Benim de özellikle uğraştığım konulardan birisi, bağlanma sorunlarıydı. En çok dikkatimi çeken şey ise şuydu: Eğer aşk sadece başkasını sevmek ise, neden âşıklar sevilip sevilmediklerinden endişe duyuyorlar? Ya da, diğerinin ilgisi azaldığında aşkın şiddeti neden birden düşebiliyor?
Âşık olan bir insan âşık olduğu kişi için “Bugün beni arayacak mı acaba?” diye endişeleniyorsa, kimse aşk ötekini çılgınca sevmektir diye iddia edemez. Karşılıksız sevme sadece anne babalara özgüdür ve bunun adı da zaten aşk değil, şefkattir. Aşkı besleyen, karşılık bulmasıdır.
İnsanın kalbi aşk ile dolmaz. Bir diğer deyişle, aşk, insanın kalbini doyurmaya yetmez. Romandaki en temel vurgulardan biri, bu. Birincisi, aşk insanın kalbini neden doyurmuyor? İkincisi, aşkın yerine ne doyurur kalbimizi? Yoksa doyması imkânsız mı?
AŞK İNSANIN kalbini doyurmuyor, çünkü insanın varoluşsal gerekçesi aşk değildir! Ne yazık ki, günümüzde aşka böyle bir işlev yüklenmeye çalışılıyor. Bu hem aşka bir ihanet, hem de insan kalbini yeteri kadar ciddiye almayan bir yaklaşım. İnsanın kalbini ancak Yaratıcısının sonsuz isimleri doldurabilir. Ben aşktan duygusal bir huzuru yakalamış bir insan görmedim. Çünkü kalb ancak kendi Yaratıcısını arıyor her daim.
Aynalar Koridorunda Aşk, anladığım kadarıyla, en temelde, şunu diyor insana: İnsanın değerli olduğunu hissetmeye ve değer verilmeye, sevilmeye ihtiyacı vardır; hem de mutlak surette. Bunu, kendisi gibi sonsuz sevilme ihtiyacı olan başka insanların üzerinden karşılamaya çalışmak ise bir çelişkidir ve nafile bir çabadır. İnsan ancak Mutlak bir Varlık tarafından sevildiğinin farkına vararak bu ihtiyacını karşılayabilir. Doğru anlamış mıyım?
HAKLISIN, kitabın temel tezi bu. Ama bu tezi nasıl savunacaktım? Beni en çok zorlayan yönlerden biri buydu. Kitap, bu tema üzerinde gelişirken, tezini insanın neden âşık olduğunu analiz ettiği kadar, bir aşkı neden sürdüremediğini de analiz ederek açıklamaya çalışıyor. Çünkü, ilginçtir ki, her aşk eninde sonunda bitiyor. Devam eden aşk yoktur. Sevgiye dönüşür diye itiraz edenler olacaktır. Sevgiye dönüşür; doğru. Ama dönüşen bir aşk zaten aşk olmaktan çıkmıştır. İlaveten, insanın aşka bağımlılığını narsizmle, çocukluk yaşantıları ile, öfkeyle, ölümle, varoluşla ilişkili bir çerçevede sunmaya çalışıyorum.
O zaman, şu soru geliyor insanın aklına: O halde, aşk esasında bir yanılgıdan mı ibaret?
AŞK İNSANÎ bir durum. Ve aşk iradî bir yaşantı değil. Bir de bakıyorsunuz ki, âşık oluyorsunuz. Kanaatimce, aşk insanın sevilmek ve değerli olmak istediğini, bu yönde büyük bir ihtiyacı olduğunu anlaması için Yaratıcı tarafından verilmiş insanî bir yaşantı. Her aşk düş kırıklığı ile biter. Burada sanki, âşık olunca insandan beklenen, aşkın kaldıramayacağı kadar sevilme ve değerli hissetmeye insanın ihtiyacı olduğunu anlaması ve bunun yolunu aramasıdır. Ama eğer aşka varoluşsal bir anlam yüklenirse, insan kendisini mutlak değerli hissetmesini aşka bağlarsa, işte o zaman aşk sadece bir yanılgı ve düş kırıklığıdır.
Romanın kurgusuna dair de bir soru sormak istiyorum. Bir açmaza düşen insanların psikiyatriste koştuğu bir çağda, bir psikiyatrist olarak, romanın baş kahramanı Dr. Mavi’yi biraz geride tutmaya çalışıyor gibisin. Hastaları sorunlu da, Dr. Mavi sorunsuz değil romanda... Onun da soruları, açmazları var; ve psikiyatrist olmayan bir
dostuyla paylaşıyor bunları. Dostunun yardımına başvuruyor. Sorunsuz ama sorun çözücü bir Dr. Mavi tiplemesi yerine neden böyle bir Dr. Mavi tiplemesini tercih ettin?
PSİKOTERAPİSTLER bir yandan bir işe yaramadıklarının ve gereksiz olduklarının düşünülmesinden, öte yandan kendilerine aşırı değer verilmesinden, zihin okuyabildiklerinin, sorunlara kesin, çabuk ve etkili çözümler üretebildiklerinin düşünülmesinden bıkmışlardır. Bir terapistin hayatı mükemmel görünmekle değer yitimi arasında salınır durur. Belki de ben ikinci tehlikeden kendimi korumak için bunu yaptım. Ben ve hastam kendi koltuklarımıza oturduğumuzda kimse terapist ve hasta olmak açısından üstün ya da eksik değil diye hissederim. Hepimiz aynı geminin içindeyiz. Aynı varoluşsal açmazlara maruz kalıyoruz. Hepimizin zaafları var. Hastalarımızın sorunları onların sorunları değil, temel insanlık halinin sorunlarıdır. Hasta ve terapist olarak biz bu işin içinde birlikteyiz. Vurgulamak istediğim noktalardan bir tanesi bu nokta oldu.
Öte yandan da, özellikle bir terapistin temel bilgi kaynağının psikoterapi ve psikiyatri alanı olmayacağının altını çizmek istedim.
Psikiyatri ne insana bir kurtuluş sağlar, ne de tümüyle gereksizdir. Psikiyatriyi gereksiz görenler kadar, ondan varoluşsal açmazları için medet umanlar da aldanıyorlar. Şurası doğru: Bir kişi üzerinde yapılan titiz bir çalışma olarak terapi, kişinin kendi açmazlarını görmesi konusunda ona önemli ipuçları verebilir. Biyolojik kökeni ağır basan durumlarda ilaç tedavileri kesinlikle elzemdir ve kişinin yaşam yolunda tıkandığı durumların aşılmasında oldukça işe yararlar. Öte yandan, kapitalist sistemlerde, yaşam alanının dışına atılmış din yerine psikiyatriye toplumsal bir emniyet sibobu işlevi verilmiştir ki, bu gerçekten psikiyatrinin üzerindeki en ağır yüktür. Varoluşsal açmazlar içinde ruhsal sancılar çeken insanların kurtuluşu, psikiyatrik bilgi birikimi, yahut psikiyatrinin insani bilgisi değildir. Çünkü psikiyatrinin insanî bilgi birikimi belki de en zayıf alanlardan biridir. Bu yüzden, romandaki terapist kendisini kitaplarıyla, toplantılarıyla, meslektaşlarıyla, psikiyatri alanıyla sınırlamak istemiyor. İnsanın varoluşsal açmazlarını aşmalarına yardımcı olabilecek her türlü kaynağı değerlendirmek istiyor.
Sana çok sorulacağını tahmin ettiğim bir soruyu peşinen sormuş olayım: Bu roman, Mustafa Ulusoy’un gerçek hayattaki hastalarının hayat hikâyelerine ve sözlerine mi dayanıyor? Yoksa, gerçek hayatta birebir karşılığının olması mümkün olsa bile, tamamen kurgusal mı?
BU KİTAP kurgusal bir roman. Hastaların gerçek hayatlarını yazmak bir etik ihlalidir. Bu konuda çok hassasım.
Son bir soru: ‘İnsanın Temel Acıları’nın devamında hangi ‘acı’lar bekliyor bizi?
ALLAH yaşama imkânı ve zamanı verirse, niyetim “İnsanın Temel Acıları Üçlemesi” yapmak. Çalışmalarına başladığım ikinci romanın konusu ölüm olacak. Üçüncü kitabın konusu ise, istersen, şimdilik ikimizin arasında bir sır olarak kalsın.
Konular
- Her çocuk potansiyel bir dahidir
- Kurallara uymak ya da aşırı kuralcılık
- Tüm öğrencilerle nasıl ilgilenebilirim saçmalığı
- Otorite mi sindirme mücadelesi mi
- Sınıf dış hayatın kopyasıdır
- Suçlu sadece suçu işleyen değildir
- Çocuklar tüm gün zaten okulda
- Başarısız öğrenci yoktur, başarısız öğretmen vardır
- Zengin çocuğu şımarıktır felsefesi
- Öğretmende kemikleşen önyargı duygusu
- Öğretmenin ailevi sorunları okula yansır
- Öğretmen sürekli okuyup kendisini geliştirmeli
- Öğrenci veya veliyi suçlamak öğretmenin acziyetidir
- Sığ öğretmenler kendisini gösterir
- Öğretmen, öğrenci ve veli sorunları
- Öğretmen çözüm üretmeli seçenek sunmalı
- Sorunlu öğrenciler birbirinden uzaklaştırılmalı mı
- Öğretmen veli ile işbirliği yapmak zorunda
- Öğretmene rüşvet vermek caiz midir?
- Veliden kaçan öğretmen modeli
- Öğretmenin çocuklarının başarısı var mı
- Eşinin mesleği ve başarısı öğretmene de yansır
- Çocuğun yetenekleri keşfedilmeli
- Dahi çocuk nasıl keşfedilir
- Emekli öğretmenin özel okulda ders vermesi
- Psikolojik şiddet uygulayan öğretmenler
- Öğretmenin ağzından çıkan kelimeler
- Velilere eşit mesafede olmak zorunda
- Veliler ve öğretmenler için eğitim programları
- Aşk ve hayal kırıklığı