Hikaye ve Duygusal Yazılar

Bir Canan ki Cevabı Hak Eder

Ben; Yola yağmurlu, fırtınalı bir günde çıktım. Seni tanrının uzak tuttuğu bir sığınakta beklemiyordum. Hayatımı anlatmamışmıydım. Hata etmişim. Çevremdekiler bulunduğum konuma heyecan yüklü macera dolu bir yoldan geçerek geldiğimi söylerlerdi de ben aldırmazdım. İçimdeki fırtınayı bu güne kadar hiç kimse durduramadı ki sen durdurabilesin.

Barış heyecanını kaybedenlerin sığındığı bir kalkan olduğunu bu güne kadar anlayamadıysan, bundan sonra hiç anlayamazsın. Büyük bir savaşın içine girmeden evvel içindeki küçük savaşı kazanman gerekirdi görünen o ki senkendinle yapmış olduğun savaşı kazanamamışsın daha.

Ağaç gövdelerinin her zaman koruyucu bir sığınak olmadığını yağmurlu bir havada hemen anlayabilirsin. Düşebilecek olası bir yıldırımın ilk hedefi sığındığın ağaç gövdesi olacaktır.

Senin arayıpta bulamadığın ülkenin tozlu yollarından geçeli o kadar çok oldu ki kimse aradığını bulamadı. Ama sen aramaya devam et. Bir gün yolun benim ülkeme düşerse kollarım seni kucaklamak için daima açık olacak.

Duygu adasında olup bitenler

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış. Mutluluk, Üzüntü, Bilgi, Aşk ve diğerleri bir gün adanın batmakta olduğunu haberini almışlar. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için birer sandal hazırlamışlar.

Aşk, son ana kadar adada beklemek istemiş. Ancak ada tamamen batmak üzereyken yardım istemeye karar vermiş.

Zenginlik çok büyük bir tekneyle geçmekteymiş. Aşk, "Beni de yanına alır mısın?" diye sormuş. Zengilik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın var, senin için yer yok." demiş.

Aşk çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. Kibir, "Sana yardım edemem Aşk... Sırılsıklamsın ve yelkinlimi mahvedebilrsin!" diye cevap vermiş.

Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim!"

"Of Aşk!... O kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var."

Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş ama o kadar mutluymuş ki, Aşk'ın çağrısını duymamış bile.

Gerçek Sevgi

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:

"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"

Bakın göstereyim demiş, ermiş.

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine.

Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş
kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

"Ermiş bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş.

Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun
geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına.
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım
yemeğe.

Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar
gelmiş oturmuş sofraya bu defa.

Cariyenin Padişaha Olan Aşkı

Yavuz Sultan Selim Han, Mısırı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir.

Bu sırada bir çadırda kalıyor. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor.

Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur. Lâkin umutsuz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye... Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir.

Yüreğimi bir gül çizdi

Gülün dikeni batti dün parmagima, ve hala gülümseyerek bakiyorum parmagimdaki kücük siyriga...

kizamadim... cünkü gülün dikeni batmadan önce sükretmistim; " Ya Rabbi, ne kadar güzel yaratmissin " demistim. Kizamadim, cünkü bir dakika önce güzel kokusunu sineme cekmistim , bakmaya kiyamamis kokusuna hayran kalmistim, cünkü batmadan önce yüregime koymus onu sevmistim... dikenini unutmusmuydum? unutmustum dikenini... unutmustum iste....

acitmayayim diye dokunmaya cekindigim gül, ince ve derin bir yara acmisti parmagima... gülümsedim yarayada... süzülen iki damla kanada... cünkü o yarayi acan bakmaya kiyamadigim o güldü...

.... .... ....

sevdiklerimizin yüregimizde actiklari yaralarda aslinda o gülün actigi yara gibi degilmiydi... ince ve derin bir yara... aslinda cok önemsiz gibi görünsede her kimildadiginizda yüreginizi inceden sizlatan bir yara... ama dostlariniz o yarayi acmadan önce siz muhabbet dolu kokularini sineye cekmistiniz, zamani, mekani ve kalbinizi paylasmistiniz... yarayi acmadan önce siz onlari kalbinize koymustunuz... kizabilirmiydiniz... kizamazdiniz elbet...

Hissettiğimiz Kadar Severiz

Hayatımıza geldiği gibi
giden insanlar vardır...
Geldiği gün bizi sevince;gittiği gün ise hüzne boğar...
İçimiz kararır,hayata küseriz
Fırtına öncesi sessizlik gibidir aslında yaşadığımız...
Bir gölün yüzeyi gibi sakinizdir.Hatta dingin ve umarsız...
Sonra yavaş yavaş dağılır bulutlar,gün ışığı tekrar içimizi ısıtmaya ve buz tutmuş yüreklerimize işlemeye başlar...
Bu bir şanstır seven ve sevilen için,
Bir kısmet belkide bir daha bulunamayacak;
El ele tutuşmanın coşkusunu tekrar yaşama şansı
Belki;belki de bir hayal...Kurmanın bile insanı mutlu ettiği,eskiyi yaşayıp acı çekmeyi göze alabildiği,acı çekmenin bile güzel geldiği....
HEPİMİZ HAYALLERİMİZ KADAR VAROLURUZ;
VE HEPİMİZ SÖYLEDİĞİMİZ KADAR DEĞİL
HİSSETTİĞİMİZ KADAR SEVERİZ...
Ve bir gün anlarsınız ki sevgilerde gurur olmaz,gururun olduğu yerde zaten sevgi barınamaz..."

-alıntı-

Kuyudan çıkan...

Günlerden bir gün, köylerden birinde, adamın birinin eşeği, kuyunun birine düşmüş.
Niye düşer, nasıl düşer sormayın. Eşek bu. Düşmüş işte.
Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı belki, üzerine de toprak dökülmüştü.
Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten otları yemek isteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve güm.
Hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı kendi dilinde.

Sesini duyan sahibi gelip baktı ki vaziyet kötü.
Zavallı eşeği kuyunun dibinde melul mahzun bakınıyor. Üstelik yaralanmış.
Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hisseden adamcağız köylüleri yardıma çağırdı.
Ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada kaldı.
Sonunda karar verildi ki kurtarmak için çalışmaya değmez.
Tek çare, kuyuyu toprakla örtmek.

Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak attılar.
Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe döktü.
Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükseldi .

Can Kırığı

Can, paslı bir bıçak yarasıdır varlığın göğsünde. Tenin beyaz yüzünde bir kardelen hülyasıdır, en canlı yıldızı, yerin en kanlı çiçeğidir. Yarada kabuk bağlayan her neyse, buzda kristal, kristal biçimlenen ne ise, gökten yukarıda, yerden aşağıda ne varsa kaynayan, hepsi can yüzünden, hep can gözünden, hep can özünden.

Yüreğimizin yayında gerili oktur can, ki buralı değildir, şimdiye razı değildir; bizden önceleri ve bizden sonralarıdır.
Gölgemizin kuytusunda saklı hayaldir can, ki bizden ama bizden kalmayandır.

Alnımızda doğmuş şebnemdir can, ki bizden ama bize ait olmayandır, bizden ötelerde aşkları vardır.

--can kırıkları cam kırıkları gibi değildir öyle süpürünce gitmezler içinde kalır aklına geldikçe de batarlar........... --Sevmeyen İnsanlar Ölür Ama Seven Güller Solmaz Onların Kabri De Olmaz..........

Büyüme Sakın Küçük Kız

Küçük kağıtlardan,renkli kalemlerden,bir tebessümden,daha dün açmamış bir kır çiçeğinden mutlu olmayı başardın;ama,hayatı ciddiye almamayı başaramadın.

Kendin gibi yaşamayı başarabileceğin bir şato yarattın içinde,ancak sızmaları engellemeyi başaramadın yine de.Kendi şatonun mutsuzluk kulelerinde intihar deneyip durdun be küçük kız.

Adını koyamadığın mutluluğa giden yollarda kayboldun.Hayat denen balta girmemiş ormanın karanlık labirentlerinde bulamadın kendini.Yalancı rüzgarlar konuk oldu dallarına daha çok.

Çocuk oldun üzdüler,büyüdün kaldıramayacağın kadar ağır sorumluluklar yükledin kendine,hata yaptığındaysa affetmediler seni.

Boşverdin kendine biraz da,büyük hayallerin peşinde harcadın bir daha geri gelmeyecek anları.
Hiçbir zaman olmayacak olanı,insanların seni anlamasını beklerken,muhteşem bir hata daha yaptın ve kırıldın,üzüldün,ağladın.

Severken yürekli sevdin.Ancak ak kağıt üstünden kayıp gitti yazdığın aşk şiirlerin ne yazık ki.Yanlış,korkak yüreklerde yer aradın sevgine.

Âciz iki yüreğiz...Sen ve Ben..

Sende kendimi görmek ürkütür beni…

Arkadaşımsın, canımsın…

Yüreğimi paylaştığım, ama sınırları aşamayansın…

Herkes gibisin… Âilem desem değil, ben desem değil, sen tam ortadasın…

Yürümek ve ardımızda koca seneleri devirmek…

Bir edeb hikâyesi yazmak hayalim seninle!

Alnım açık, her ânım, konuştuğumuz kelâmlar dizilir gözlerimin önüne..

Sonra düşünürüm, seni bu beden üzdü mü diye?

Aynaya bakarım… Konuşurum kendimle, gözlerimle ve sonra kalbime ilişir gözlerim…

Seni ararım… Kapladığın yer kadar büyür gözlerim!

Ve sonra hâtıralar kendilerini sergiler ve «İzle bizi!..» derler!

Ellerim senden uzak olmamalı, ama ellerini de sarmamalı! Hep yan yana durmalı…

Arkadaşımsın… Canımsın...

Bilgelik...

Bir bilge, bir göletin kıyısında oturmaktayken, susuzluktan dili dışarı
sarkmış bir köpeğin devamlı olarak göletin dibine kadar gelip tam su
içecekken kaçması dikkatini çeker.

Dikkatle izler olayı.
Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki kendi yansımasını görüp
korkmaktadır ve bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır.
Sonunda köpek dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür.

"Benim burada öğrendiğim şu oldu," der.
"Bir insanın istekleri ile arasındaki engel çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır.
İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.?

Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.

Asıl öğrendiği şey; insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin varolduğudur.

Kurabiye hirsizi...

Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.
Kadın havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket
kurabiye alıp,buldu kendisine oturacak bir yer.
Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de yanında
oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde aralarında duran
paketten birer birer kurabiye aldığını gördü. Ne kadar
görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini
yerken, gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı" yavaş yavaş
tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik taklarındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik taklar
sinirlenmesini.
Düsünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydim,
morartırdım şu adamın gözlerini!"
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalinca "Bakalim şimdi
ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde hafif asabi bir gülümsemeyle uzandi son
kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.
Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,

Herseyde bir hayir vardir :)

Microsoft şirketinde temizlikçi olarak işe kabul edilen bir kişiye şirket yetkilisi, giriş işlemleri için birkaç belge getirmesi gerektiğini söyler. "Bana e-posta adresinizi veriniz ki Ben de size, getirmeniz gereken belgelerin listesini göndereyim." der. Temizlikçi adayı, boynunu büker: "Benim e-posta adresim yok, efendim" der. "Çünkü henüz bir bilgisayarım bile yok." Microsoft yetkilisi bu yanıttan hiç memnun kalmaz. "Bir e-posta adresiniz olmadığına göre, ben de sizi, yaşayan bir kişi olarak kabul edemeyeceğim" der. "Bu durumda sizi işe almamız söz konusu olamaz." Bir iş bulma sevincini bir anda yitiren adam, tüm serveti olan cebindeki on dolarıyla ne yapacağını kara kara düşünerek Microsoft binasından ayrılır ve...Gider, on dolarlık domates satın alır, sonra da kapı kapı dolaşarak bunları satmaya başlar. "Akşam olduğunda serveti bir kat artmış, cebindeki on doları, yirmi dolara çıkmıştı. Adam, bu işi üç gün üst üste yaptıktan sonra, servetini 160 dolara çıkardığını görünce, bundan böyle geçimini domates alım satım işinden sağlamaya karar verir.

Acele Karar Vermeyin

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış...Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı?

Arkadaş

İki arkadaş bir çöl yolculuğunda sohbet ederek yürümektedirler.
Yolculuğun bir anında tartışırlar.Biri diğerine tokat atar.Tokadı yiyenin canı acır, ama sesini
Çıkarmadan kuma böyle yazar.
“ Bugün beni en iyi arkadaşım tokatladı.”
Daha sonra bir vahaya gelirler ve suya girmeye karar verirler.
Tokadı yiyen bataklığa saplanır .tam boğulmak üzereyken arkadaşı onu kurtarır.
Kurtardıktan sonra bir taşın üzerine kazıyarak böyle yazar.
“ Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı. “
Önce tokat atan ama sonra hayatını kurtaran arkadaşı bağırır.
Canını acıttığımda KUMA yazdın, şimdi neden TAŞA yazdın?
Diğeri cevaplar;
“Birisi canımızı acıttığında
KUMA yazmalıyız ki, BAĞIŞLAMA rüzgarı onu silebilsin.Fakat birisi iyilik yaparsa onu da TAŞA kazımalıyız ki, hiçbir güç silemesin.”
“Dost kazanmak ve dostlukları devam ettirebilmek acıları KUMA, mutluluklarımızı da TAŞLARA kazımayı öğrenmekle olur.”