Hikaye

Mutluluğunuz Başkalarının Mutsuzluğu Olmamalı...

Bir ülke varmış eskiden. Ve bu ülkede hiç ama hiç kırmızı gül yokmuş, bütün güller beyaz renkteymiş. Bir de birbirini çok seven bir kız ve bir delikanlı varmış... Birbirlerine çok yakışıyorlarmıs. Kız çok güzel delikanlı ise çok yakışıklıymıs. Delikanlı bu kız için her şeyi yaparmıs. Kız ise bir şart koymuş ortaya:

"Bana kırmızı renkte bir gül getirirsen seninle evlenirim".

Yıllar Sonra (Elbet Bir gün Buluşacağız)

Genç kız her üzüldüğünde sıkıntılarından sıyrılıp, hayata yeninden dönmek için evlerinin yakınındaki gölün kıyısına gider, uzun uzun seyre dalıp düşünürdü.



Yine böyle bir gündü..

Ama bugün gölün kıyısında sadece o ve küçük martılar yoktu…



Az öteye başını çevirdiğinde onun gibi yüzünü göle çeviren,düşünen genç adamı görmüştü.



Genç delikanlı üzerinde gezinen bakışları fark etmiş olacak ki;o da genç kızı görmüş ve uzun uzun bakmıştı kızın yüzüne..



Bir an düşündü, "Allahım yıllardır aradığım,düşlediğim güzel karşımda mı?

Yoksa bir serap mı gördüğüm…



Kız mahçup gözlerle yüzünü yere çevirmiş ve oradan uzaklaşmıştı…



Ama kalbinin çarpıntısını duymasını engelleyememişti bu kaçışı…

Herşeyde Bir Hayır Vardır

Bir zamanlar Afrika da ki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi: "Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:

Göl Olmak

Çinli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştır. Bir gün çırağını tuz almaya gönderir. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırağı döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyler. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yapar ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlar. “Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle “acı” diye cevap verir. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tutar ve dışarı çıkarır.


Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürür ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyler. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sorar: “Tadı nasıl?” “Ferahlatıcı” diye cevap verir genç çırak.

Denizden Gelen Haber

Benim böyle bir arkadaşım var. Dün akşam beynimde gülle gibi oturmuş bir sıkıntıyla ona telefon ettim:
“Hemen bize gel,” dedi. “Eşim uyuyor, ben de kendime kahve pişiriyordum.”

Kalkıp ona gittim. Onunla geçen bir saatten sonra, onunla her görüşmemden sonra olduğu gibi, kendimi daha iyi hissediyordum. Derdim yine olduğu yerde duruyordu ama, eski korkunçluğunu yitirmişti. Sallanan iskemlesine oturup hiç konuşmadan can kulağıyla sizi, sıkıntınızı dinleyen Ken’in yanında rahatlamamaya imkân var mıydı ki...

“Ken” dedim. “İnsanın kafasındaki sorunları çözmekte üstüne yok. Bunu nasıl başarıyorsun?”

Gözlerinden başlayarak bütün yüzüne yayılan bir gülümsemesi vardı.

“Vallahi” dedi, “senden yaşlı olduğum için daha tecrübeliyim de ondan.”

Hayır mânâsında başımı salladım:

Bilge Kadının Taşı

DAĞLARDA seyahat eden bilge bir kadın, bir dere kenarında değerli bir taş bulmuştu. Ertesi gün kadın başka bir gezginle karşılaştı. Adamın karnı çok açtı. Bilge kadından yiyecek birşeyler istedi. Kadın ona birşeyler vermek için çantasını açtığında değerli taşı gören adam, kadından onu da kendisine vermesini rica etti. Tereddütsüz:

“Olur” dedi kadın.

Aç gezgin, talihin nihayet kendisine yaver gittiğini düşünerek, sevinç

içinde ayrıldı oradan. Ancak, birkaç gün sonra o civarlara geri geldi ve bilge kadını bularak, taşı kendisine iade etti.

“Bana verdiğin taşın ne kadar değerli olduğunun farkındayım” dedi adam. “Ama düşündüm ki, sen de bu taştan daha değerli birşey var. Bu mücevheri verebilmeni mümkün kılan şeyi bana verir misin?”


(Uyarlama:İsmail Örgen)

Ümidini Yitirmeden

Bir kurbağa sürüsü ormanda yürürken, içlerinden ikisi bir çukura düştü. Diğer bütün kurbağalar çukurun etrafında toplandılar. Çukur bir hayli derindi ve arkadaşlarının zıplayıp dışarı çıkması mümkün gözükmüyordu. Yukarıdaki kurbağalar, boşuna çabalamamalarını söylediler arkadaşlarına: “Çukur çok derin. Dışarı çıkmanız imkânsız.”



Ancak, çukura düşen kurbağalar onların söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ettiler. Yukarıdakiler ise hâlâ boşuna çırpınıp durmamalarını, ölümün onlar için kurtuluş olduğunu söylüyorlardı. Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilendi ve mücadeleyi bıraktı. Diğeri ise çabalamaya devam etti. Yukarıdakiler de, çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürdüler.

Hayatın Gizemi Ve Mutluluğun Kaynağı

Hayata ve olaylara hep kendi penceremizden bakıyoruz. Hayatın seri akışına kendimizi öyle kaptırmışız ki, önümüzde, arkamızda cereyan eden olayların bazen hiç farkına varmıyoruz.

Çoğumuz için doğrunun adresi tek...

Hayat koşturmacasının peşinde geçen günlerimizi kimimiz sadece para kazanmak, zengin olmak, çocuklarımıza rahat edecekleri bir gelecek bırakmak için çalışmak olarak değerlendirirken; kimimiz de nasıl olsa bu dünya boş ve geçici felsefi düsturunu kendimize rehber edinmeyi tercih edenler grubuna dahil olmuşuz. Oysa ki hayatın elde edilmemiş ve keşfedilmeyi bekleyen milyarlarca güzelliği olduğunu, bize düşenin etrafımıza sadece bakmak değil, baktığımızı görmek düsturuyla hareket etmek gerektiğini pek çoğumuz bilmiyoruz.

Gül Yaprağı

Uzaklarda bir dergah vardı,burada bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Birgün dergahın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.

Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerideki kişi, kapıda duran yabancıya baktı.

Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, dergaha girmek ve burada kalmak istiyordu.Talip, bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.

Kabağın Bir Sahibi Var

"Vaktiyle Kalenderîyye yoluna mensup bir derviş, nefsle mücahede makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonraki makam Kalenderîlik makamıdır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir... Saç, sakal, bıyık, kaş… ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.



- Vur usturayı berber efendi, der.



Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:



- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.

Doğru Çalışmak

İki arkadaş, bir ormanda ağaç kesiyorlardı. Birincisi sabahları erkenden kalkıyor, ağaçları kesmeye başlıyor, bir ağacı devirir devirmez, hemen ötekini kesmeye başlıyordu. Dinlenmek bir yana, öğle yemeği için bile kendine zaman ayırmıyordu. Akşamları ise, arkadaşı eve döndükten sonra da çalışmasını sürdürüyor, ondan birkaç saat sonra evine dönüyordu. İkinci adam, ağaç keserken zaman zaman dinleniyordu. Akşam hava kararmaya başladığında ise, daha fazla çalışmaya gerek duymuyor, gecenin karanlığı bastırmadan evine dönüyordu. İkisi de çalışmalarını bir hafta bu biçimde sürdürdükten sonra, ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başladılar. Sonuç, ikinci adam için değil ama, birinci adam için çok şaşırtıcı çıktı. Çünkü arkadaşı, kendisinden daha çok ağaç kesmişti.

Belli Olsun

İbrahim Peygamber 'i yakmak için müthiş bir ateş yığını hazırlayıp içine atmışlar.



O sırada gökte, ağzında küçücük bir kuru dal olan minik bir kuş belirmiş ve peygamberin üzerinden geçerken kuru dalı ateşe bırakmış.



İbrahim Peygamber kuşa seslenmiş: "O minicik çöpü atmışsın, bu koskocaman ateş için ne fark eder ki?"



Kuş, "Olsun, düşman olduğumuz belli olsun" demiş.



Az sonra minicik gagasına bir damla su ile bir başka kuş belirmiş ve o da suyu ateşin üzerine bırakmış.



İbrahim Peygamber ona da sormuş: "Bir damlacık suyu bıraktın ama bu kocaman ateş için ne fark eder ki?"



Kuş cevap vermiş: "Olsun, dost olduğumuz belli olsun."


alıntı

Güzel Görebilmek

Aynı kalp rahatsızlığıyla aynı kaderi paylaşan iki yaşlı adam aynı odayı da paylaşıyorlardı. Tek fark biri cam kenarında diğeri ise duvar dibinde yatıyordu. Cam kenarındaki yaşlı adam her gün camdan bakarak arkadaşına dışarısını anlatırdı.



"Bugün deniz sakin, yine de hafif rüzgar var sanırım çünkü uzaktaki teknenin yelkenleri rüzgarla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salıncak dolu iki salıncak boş, dünkü sevgililer yine geldi, aynı yere oturup konuşmaya başladılar, elele tutuştular, ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine.



Erguvan ağaçları ne kadar güzel açmış her yer mor bir renk almış, erik ağaçları da beyaz çiçekleriyle onlara eşlik ediyor. Denizin üzerindeki martılar bugünkü yemeklerini arıyorlar, ne güzel de dalıyorlar suya."

Yarına Ertelemeyin

Eniştem, kız kardeşimin odasındaki alt çekmeceyi açtı ve çok süslü bir paket çıkardı. “Bu,”dedi “bir iç çamaşırı değil, çok şık bir giysi. ”


Paketi açtı ve içinden harika, ipek, el yapımı bir iç çamaşırı çıktı. Ucunda onun astronomik fiyatını gösteren fiyat etiketi duruyordu.


“Jan bunu New York’a gittiğinde ;en az 8-9 yıl önce almıştı. Bunu asla giymedi. Çok özel bir günde giyeceğini söylerdi. Sanırım işte şimdi o gün geldi. ”


O çamaşırı aldı ve yatağın üzerindeki diğer giysilerin yanına koydu. Bu giysiler, cenazeyi törene hazırlayacak olan görevliye götüreceğimiz giysilerdi. Sonra eniştem tekrar o ipek çamaşıra dokundu ve hırsla çekmeceyi kapattı.


“Asla, hiçbir şeyini özel günler için saklama. Yaşadığın her gün özel bir gündür, unutma!” dedi.

Sakın emeğini bilmeyenlere sunma

Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş. Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş.



Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru ise; “Sen artık ressam sayılırsın Racaçi. Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.